İnsanın içindeki suçluluk, çoğu zaman kendi hatalarından değil; annesinin titrek sesinden, babasının çatık kaşından, çocukluğun görünmez kurallarından beslenir. Bazen yaptığımız bir şeyin değil, yapmamamız gerektiğine inandırıldığımız bir davranışın sonucudur.
Aile, kendi korkularını ve beklentilerini bilmeden bir bohçaya doldurur; çocuğun omzuna “Sen biraz taşı” der gibi bırakır. Yıllar sonra o bohça, bizim sırt çantamıza dönüşür. Ne içine kimlerin ne koyduğunu biliriz, ne de ağırlığın bize ait olup olmadığını. Ama taşların yükünü hiç unutmamışızdır.
Bazı evlerde görünmez bir sözleşme vardır:
“Bizim mutsuzluğumuzdan sen sorumlusun.”
Çocuk bunu imzalamaz ama üzerine giydirilir.
Büyüdüğünde ise iç sesi şu cümleyle şekillenir:
“Birisi kırılırsa, bunda benim payım olmalı.”
Oysa insanın kendi bahçesi de böyle şekillenir. Toprağına yıllar içinde birçok tohum düşer. Bazıları bize ait değildir; annemiz eker, babamız eker, toplum eker… Ve bir gün o bahçede suçluluk meyveleri veren bir ağaç görürüz. Dalları bizden uzaktır ama gölgesi üzerimize düşer. Kökü bize ait olmadığını anlamadan o gölgede büyürüz.
Suçluluk bazen de bir nehir sahnesidir. Yaşam akar; nehir kendi yönüne, kendi hızına göre ilerler. Ama biz, bir dal parçasına sıkıca tutunuruz. Birinin kırılmasını engellemek, ayıp olmamak, yanlış anlaşılmamak için… O dala tutunurken kendimizi güvende sandığımız olur, fakat aslında suyun bizi taşımaya çalıştığını fark etmeyiz.
Taşları bırakınca çantamız hafifler. Bahçedeki yabani bitkileri görünce kendi toprağımıza döneriz. Dalı bıraktığımız anda nehir bizi taşımaya başlar. Ve insan, yıllardır kendi sanıp taşıdığı yüklerin aslında ona ait olmadığını fark ettiğinde içsel bir boşluk değil; derin bir alan açılır.
Peki insan, bu suçluluk duygusunu bıraktığında kim olur?
Önce kendine karşı merhamet doğar. İçimizde cezalar kesen hakim sesi, yerini daha olgun bir tona bırakır: “O gün böyle hissetmiştin. Elinden gelen buydu.” Bu, insanın kendine karşı kurduğu en sağlıklı bağdır.
Ardından sınırlar belirginleşir. Kimin yükünü taşıyıp kimin yükünü taşıyamayacağını bilir. “Hayır” deme cesareti kırıcı değildir artık; kişiliğin bir işaretidir. Sevginin değil, kendini korumanın doğal sonucudur.
Sonra isteklerinin sesi yükselir. Suçluluk sis gibi dağılınca, geriye arzuların gerçek şekli kalır. İnsanın bir şey istemesi ayıp değildir artık. Bir adım atmak kimseyi yaralamaz. Kendi yolunu seçmek, kimsenin mutsuzluğunu üzerine almak değildir.
Ve en önemlisi…
İnsan kendi sesini duymaya başlar. Başkasının gölgesinde değil, kendi ışığının altında durur. Daha sakin, daha köklü, daha kendine aittir.
Bu yeni benlik gürültülü bir özgüven değil; toprağın altında güçlenen bir ağacın sükûnetidir. Rüzgâr estiğinde sallanır ama devrilmez. Çünkü taşları artık kendi seçer; çantasına neyin gireceğine artık kendisi karar verir. Nehre güvenmeyi öğrenir. Kendi bahçesine sahip çıkar.
Belki de bütün dönüşümün özeti şudur:
Suçluluk azaldığında, insan kendine ait bir hayata kavuşur. Başkalarının hikâyesinden değil, kendi hikâyesinden beslenir. Ve o an, yeni benlik sessizce doğar: Daha sade, daha özgür, daha gerçek.