Her sabah işe giderken aynı manzarayla karşılaşıyoruz: kilometrelerce uzayan araç kuyrukları, yorgun gözler, sinyal sesleri ve radyo programlarının yapay neşesi… Ama bu manzara sadece bir trafik değil. Bu, aynı zamanda bir duygunun da temsili: şehrin yalnızlığı.

Bir zamanlar, şehrimizin kırmızı ışıklarında beklerken gül dağıtan bir adam vardı.
Adını bilmezdik ama yüzünü hatırlardık.
Bir tebessüm bırakırdı camımıza, bir “insanlık hâli” fısıldardı kalbimize.
Ne oldu o güler yüzlü veli kişiye bilmiyorum...
Ama biliyorum ki, deprem sonrası yalnızlığımız, artık tüm kırmızı ışıkları kapsar oldu.
Artık kırmızıda sadece arabalar durmuyor; bazen umut duruyor, bazen insanın içi...

Trafik, sadece şehir içi bir karmaşa değil. O aslında ruhumuzun da sıkışmış hâli.
Yan yana duran yüzlerce araç, ama birbirine yabancı binlerce insan.
Camlar kapalı, gözler ileriye kilitli, kulaklıklar seste ama kimse birbirini duymuyor.

Şehir, bizi birbirimize yabancılaştırırken, kırmızı ışıklar bazen içimize bakmamız için küçük bir davet oluyor.
Bir bekleyişte ne çok şey sığar: özlem, yalnızlık, yorgunluk…
Ve belki de bir yabancının verdiği bir gül kadar hafif bir teselli.

Psikologların “modern yalnızlık” dediği şeyin ta kendisiyiz artık.
Kalabalık içinde fark edilmemek, duyulmamak, görülmemek...
İnsan sesinin yerine sinyal sesleri, göz temasının yerine dijital ekranlar geldi.

Belki artık o gül dağıtan adam yok.
Ama biz varız.
Ve hala bir selamla, bir tebessümle bu şehirde bir şeyleri değiştirme ihtimalimiz var.
Belki bir gün, yine bir kırmızı ışıkta, biri bize gülümser.
Ve biz, o an, yalnız olmadığımızı hatırlarız.