Türkiye’de ekonomi, artık teknik raporların, grafiklerin ve resmî açıklamaların konusu olmanın çok ötesine geçmiş durumda.

Ekonomi, bugün milyonlarca insan için doğrudan yaşam kalitesini belirleyen bir iç politika meselesi hâline geldi. Bu nedenle ekonomik tartışmalar, yalnızca “büyüme var mı yok mu” sorusuna indirgenemez. Asıl soru şudur: Bu büyüme kimin hayatına, nasıl yansıyor?

Açıklanan makroekonomik veriler ile vatandaşın gündelik hayatı arasındaki mesafe giderek açılıyor. Enflasyon oranları tek hanelere inse bile, mutfaktaki yangın sönmüyorsa, ekonomik başarı söylemi toplumda karşılık bulmuyor. Çünkü ekonomi, istatistik tablolarında değil; pazarda, kirada, elektrik faturasındadır. İç politikadaki en temel sorunlardan biri de tam olarak bu algı kırılmasıdır.

Son yıllarda ekonomi yönetiminin dili, güven vermekten çok sabır telkin eden bir hâl aldı. “Biraz daha dayanma” çağrıları, kalıcı çözümler üretilmediği sürece toplumsal yorgunluğu artırıyor. Sabit gelirli kesimler için her yeni ay, bir önceki aydan daha zor geçerken; refahın adil paylaşılmadığına dair kanaat güçleniyor. Bu durum, ekonomik olduğu kadar siyasal bir kırılma yaratıyor.

İç politikada ekonomi başlığı ele alınırken çoğu zaman orta sınıfın eridiği gerçeği göz ardı ediliyor. Oysa bir ülkenin demokratik ve ekonomik dengesi, güçlü bir orta sınıfla mümkündür. Bugün Türkiye’de orta sınıf, yüksek enflasyon ve düşük alım gücü arasında sıkışmış durumda. Bu sıkışmışlık, yalnızca ekonomik değil, toplumsal huzuru da tehdit eden bir unsura dönüşüyor.

Gençler açısından tablo daha da çarpıcı. Eğitimli gençler için iş bulmak kadar, bulunan işle geçinebilmek de büyük bir sorun. Gelecek planı yapamayan, bir ev hayali kuramayan, uzun vadeli hedeflerini ertelemek zorunda kalan bir gençlik, iç politikanın en sessiz ama en derin krizlerinden birini oluşturuyor. Bu sessizlik, sandıkta ya da sokakta bir gün mutlaka karşılık bulur.

Muhalefetin ekonomi politikalarına dair eleştirileri ise çoğu zaman haklı tespitler içerse de, geniş kitlelere umut verecek net bir yol haritası sunmakta yetersiz kalıyor. Ekonomi, sadece yanlışları sayarak değil, inandırıcı ve sürdürülebilir alternatifler ortaya koyarak konuşulabilir. İç politikada bu eksiklik, seçmenin ekonomik tartışmalara mesafeli yaklaşmasına neden oluyor.

Bir diğer kritik mesele, gelir dağılımındaki adaletsizliğin kalıcı hâle gelmesi. Servet bir kesimde yoğunlaşırken, geniş halk kesimleri borçla ayakta kalmaya çalışıyor. Kredi kartları ve tüketici kredileri, refahın değil, geçim sıkıntısının göstergesi hâline gelmiş durumda. Bu tablo, ekonomik politikalardan çok, ekonomik tercihlerin siyasal niteliğini gözler önüne seriyor.

Ekonomide kısa vadeli rahatlama sağlayan adımlar, uzun vadeli sorunları daha da derinleştiriyor. Günü kurtaran düzenlemeler, seçim odaklı kararlar ve geçici destekler, kalıcı refah üretmiyor. Oysa iç politikanın temel görevi, ekonomik istikrarı seçim takviminden bağımsız bir devlet politikası hâline getirebilmektir.

Sonuç olarak Türkiye’de ekonomi, yalnızca bir yönetim alanı değil; siyasetin samimiyet testidir. Rakamlarla anlatılan başarı hikâyeleri, vatandaşın sofrasına yansımadıkça ikna edici olmaz. İç politika, ekonomiyi bir propaganda aracı değil, toplumsal adaletin anahtarı olarak ele almak zorundadır. Aksi hâlde ekonomi konuşulmaya devam edecek; fakat sorunlar çözülmek yerine, daha derin ve daha kalıcı hâle gelecektir.