Tatil, çoğu zaman sadece bavullara sığdırdığımız birkaç elbiseden ibaret değildir. İnsan, aslında kendi yorgunluğundan, kendi kalabalığından kaçmak için yola çıkar.

Kimimiz denizin tuzunda arar huzuru, kimimiz dağların serinliğinde. Ama ne kadar uzağa gidilirse gidilsin, insan kendi içinden tam anlamıyla kaçamaz. Bavulda hep biraz da “biz” vardır.

Tatile gidenle gitmeyenin hikâyesi hep ayrı yazılır. Giden, sosyal medyada turkuaz denizlere uzanırken, gitmeyen balkonuna plastik sandalye koyup, “bizim burası da Bodrum sayılır” diye kendi tatilini icat eder. Özentiyle bakar belki, ama bir yandan da dayanıklılığını yeniden keşfeder.

Tatil aslında sadece bir coğrafya değil, bir ruh halidir. Kimi açık büfelerde kaybolur, kimi de kendi mutfağında hazırladığı basit bir kahvaltının kıymetini daha iyi anlar. Kimi otel havuzunda kalabalığa karışır, kimi kendi sessizliğinde bir kitap açar. Yani tatil, dışarıda yaşanan bir şey olduğu kadar, içeride de bir sınavdır: “Kendimle baş başa kalınca, bana iyi geliyor muyum?” sorusunu sordurur.

Ve işte Eylül… Sıcağın yerini hafif serinlik alır. Tatil köylerinden dönenler bavullarını dolaplara kaldırırken, çocuklar defter kokusuyla yeni bir yıla başlar. Şehir, yeniden sabahın erken saatlerinde uyanır; servis kornaları, trafik, işe yetişme telaşıyla… Ama bir yanımız hâlâ o sahilde uzanmak ister; bir yanımız hâlâ bavulu toplamaya direnir.

Eylül geldi, takvim yaprakları tatilin üstünü çizdi. Ama unutma; bir bardak çayın buharında, bir dostun gülüşünde, gökyüzüne bakarken duyduğun hafiflikte hâlâ tatil var. Tatil, aslında insanın kendine dokunduğu her küçük anda yeniden başlar.