Fransa'da yaşayan hiç kimsenin Fransız bayrağından, İngiltere'deki, Almanya'daki Rusya'dakilerin de kendi ülke ve devletlerini temsil eden bayraklarından bir derdi yokken, Türkiye'de doğan, büyüyen ve yaşayan, "Türk Eğitim Sistemi"nden geçenlerin "Türk bayrağı" ve "Türk" adıyla kavgalı olmaları, büyük ölçüde bize has bir "dert"tir.

Aslında bu derdin kaynağında iki temel sebep olsa gerek:
Birincisi, "Türk Eğitim Sistemi"nin ülke çocuklarına ortak tarih ve sosyal birlik şuurunu yeterince kazanadırmamış olması, ikincisi de bu eksik şuurla yetişmiş olan evlâtlarının, ülkenin ve Devletin kaderine hükmedecek mevkilere kadar yükselmeleridir.

Asıl bu eksik şuurun arka plânında ne var acaba? Bir nebze bunu tartışalım isterseniz.

 Bu  şuura sahip adamlar, "etnisite" ile "millet" arasındaki kategorik ayırımlardan ya haberdar olmadıkları ya da bildikleri hâlde bu iki kavramı çarpıttıkları için bu  onulmaz dertlere dûçar oluyorlar. Onunla da kalmıyor, üstelik ülkenin ve Devletin başına bizzat dert açıyorlar. 

Bilmiyor ya da öyle görünüyorlar ki, etnisite ile millet arasında DERECE değil, MAHİYET farkı vardır. Etnisite, bir topluluğun - bir çok niteliklerden bahsetseler de - ağırlıklı olarak "kan ve köken birliği" iddiasına dayanır. Etnik sosyoloji böyle tanımlıyor. Buna göre, etnik köken farkı olanlar, sanıyorlar ki, nüfusları ve arkalarındaki birtakım güçlerin çokluğu ve kuvveti attığı nisbette millet olma iddiaları da güçlenecektir. 
Oysa milletleri millet yapan, kan ve köken birliği değil, tarih ve sosyal şuur birliği, nihayet bundan doğan  kader birliğidir. Bu anlamda, sosyolojik bir olgu olarak millet olgusunun mahiyeti farklıdır. Bir kan ve etnik köken topluluğu, hiçbir başka kan ve kökenle karışmaksızın büyüye büyüye ya da çoğala çoğala, yani bir derecelenme seviyesinde millet safhasına varmış değildir. Yani, sosyolojik anlamda "klan"ların ya da "kabîle"lelerin, çoğala çoğala "milletleştikleri" görülmüş şey değil. Aksine ağırlıklı olarak adı şu veya bu olan tarihî bir topluluğun, farklı etnisiteleri binlerce yıl içinde barındırarak, onları ortak tarih şuuru ve kader birliğine inandırarak (meselâ kendisine dışardan veya içerden yapılan saldırılara birlikte karşı koyarak), nihayetinde ortak bir zevk, ortak bir irade yaratarak ulaştığı bir kültürel bütünlük (eskî ve tarihî ifademizle HARSÎ BİRLİK) safhasıdır. "Etnisite" ile "millet"in mahiyetletleri farklı derken kastettiğimiz budur. Birisi kökeniyle iftihar eder, öbürüsü tarihiyle... "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır", diyen şair, onunla köken ve kan birliğine vurgu yapıyor sanılır; oysa tarih boyunca o bayrak için kan döken, ortak düşmanlarına karşı kaderini ve kıvancını birleştiren büyük topluluğa, yani millete işaret etmektedir. Çünkü o bayrağı dalgalandıran, ondan heyecan duyan, onun renginde kanı olduğuna inanan bütün bir millettir.
Malazgirt'te Anadolunun kilidini açanlar da Çanakkale kilidinin açılmasına mâni olup o destanını yaratanlar da aynı bayrağa kurban olanlardır.

"Türk bayrağı" yerine "Türkiye bayrağı" iddiasında bulunanlar ise, Türkiye adının, "Türklerin yaşadığı ülke/coğrafya" anlamında, ta 13.yy dan beri Avrupalılar tarafından verildiğini bilmezmiş gibi duruyorlar. Oysa bunu bilmeyecek kadar câhil olamazlar. O zaman geriye herkesi aptal, kendilerini ise çok zekî, daha doğru ifadeyle kurnaz sanmış olmaları kalıyor. Akıllarınca bunu bir taktik olarak kullanmak istedikleri için, eğer "saflığımız"dan yararlanır ve bu sınırı aşarlarsa, "o da olmadı, çünkü bu ifade içinde de yine TÜRK sözü geçiyor, geliniz (meselâ) şu ANADOLU MİLLETİ'nde karar kılalım" diyeceklerinden hiç şüpheniz olmasın.
Keza, aynı kafaların, ilk mektep çocuklarının dahi bildiği gerçekleri saklamaya çalışarak, bayrakların esasta ve resmiyette "Devletlerin temsil aracı"  olduğunu görmezden gelip "ülkeleri temsil ettiği"nden bahsetmeleri mânidar.  Buradan hareketle, akıllarınca yine coğrafyayı merkeze alan "Anadolu milleti" söylem ve tezine yol bulmak istedikleri şüphesiz!..
(Türk tarihi, Türk kültürü, Türk sanatı, tek kelimeyle "Türk" sevdalısı "milliyetçi  Anadolucular"ımız Mükrimin Halil Yinanç'lar, Remzi Oğuz'lar, Nurettin Topçu'lar sağ olsalar, böyle bir ihtimal karşısıbda kahrolurlardı.)

Bu tartışmaların şu günlerde yeniden alevlendirilmesinde başka bir kurnazlık daha olsa gerek:
14 Mayıs seçimleri arefesinde meydanlar dolup taşarken, bu kavramları kitleler nezdinde bir daha tartıştırarak mesafe almak ve daha da önemlisi, sistem gereği yarım oya bile muhtaç hâle gelmiş partilerin koltuğunun altında Meclis'e girerlerse eğer,  asıl o zaman söyleyeceklerine meşruiyet kılıfı hazırlamak!

Ne diyelim, böylesi akıl almaz bir sistemi başımıza saran arkadaşların, ununu bir yerden, şekerini ve yağını başka yerden, suyunu da bir başka göletten derleyerek yaptıkları helvayı "biz yaptık ama biz de beğenmedik" diyecekleri gün belki de uzak değildir!..

Âkıbet hayrolsun!