Aziz dinleyiciler;
Evvelâ hepinizi saygıyla selâmlıyorum.
Nurettin Topçu (İstanbul: 7 Kasım 1909-1975) bu dünyadan göç edeli, bu yılın 10 Temmuzu geldiğinde 50 yıl olacak. Yani bizler bir büyük insanı, bir filozofu, bir eğitim üstadı öğretmeni kaybedeli yarım yüzyıl dolmuş olacak. Onu bazı kuruluş ve özellikle üniversiteler yıl içinde, 50. yıl vesilesiyle anacaklar ve birtakım toplantılarla, bilgi şölenleriyle şahsiyetini, fikirlerini hatırlayıp genç dimağlara örnek olarak anlatmaya çalışacaklar. Biz de bugün burada “Öğretmen Akademileri” cümlesinden olarak bir nebze onu tanıtmaya çalışacağız. Davetiniz için teşekkür ederiz.
Konuşma başlığında onun için “bir büyük eğitimcidir” dedik. Hem eğitim konusundaki yazı ve konferansları (Türkiye'nin Maarif Dâvası eseri bunların toplamıdır), hem de önce felsefe doktoru, sonra doçentlik sıfatıyla ifa ettiği tam 40 yıllık öğretmenlik hayatı bunun delilidir.
Keza “filozoftur” dedik. Gerek henüz 25 yaşında iken Sorbonne’da savunduğu yüksek dereceli doktora tezi ve onunla ortaya koyduğu özgün ahlâk felsefesi (İsyan Ahlâkı’ndaki fikirleri), gerekse ömrü boyunca bilim, sanat, medeniyet, eğitim gibi birçok konuda ürettiği orijinal tefekkürüyle sistematik plânda yaratıcı bir düşünür ve bu anlamda hakkıyla filozoftur. Sadece teorik plânda kalmamış, sanatın kendisinde de eserler vermiş, hem felsefî plânda deneme yazıları (Var Olmak gibi), hem hikâyeler (Taşralı örneği), hem de bir psikolojik derinlikte roman ortaya koymuş (Reha). Ama her ne yazmış ve yapmışsa bir filozof karakteri, ehlince anlaşılır bir cihetle hep ön plânda gözükmüştür. Yani onun baskın karakteri – ne kadar anlaşıldığı bilinmez ama – 20 y. yılın bir Türk filozofu olmaktır. Nurettin Topçu’yu 50 yılın ardından anacak olanlar, onun bütün bu yönlerini, bugünkü düşünce dünyasının da kazandırdığı idrak ve metodoloji ile yeniden anlamaya ve genç nesillerin istifadesine sunmaya çalışacaklar. Biz bu konuşmamızda, önce onun filozof karakterini açığa vuran görüşlerinden bir kesit verip sonra da eğitim hakkındaki ve öğretmenlik anlayışına dair çok kısa bir hatırlatmada bulunacağız.
Bunun için onun hakkında kitap çalışması olarak hazırladığımız bir metindeki “Aklın Saltanatı”ndan “İlhamın Saltanatı”na bölümünü özetlemek istiyoruz:
Akıl özellikle felsefe, bilim ve din için insanın vazgeçilmez yetisidir: “Eşyanın sebeplerini yakalama melekesi” denmiştir. Semâvî dinler içinde akla en çok önem veren İslâm’ın kitabı Kur’an âyetlerinde de, “genellikle ‘akletmenin’, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur’an terminolojisinde akıl, ‘bilgi edinmeye yarayan bir güç’ ve ‘bu güç sayesinde elde edilen bilgi’den hareketle tarif edilmiştir.” Kur’an-ı Kerim, ‘ancak bilenlerin akledebileceği”ni söyler. (Ankebût-29/43). Bilim, aklın işleyiş şekillerinden birisi sayılan zekâ ile yapılmaktadır. “Kavrayış, anlayış, kavrama ve yargılama yetisi olarak bilmeye yönelen yeti ve yeteneklerin toplamı.
Nurettin Topçu akıl yetisini ilk defa doktora tezi olan ve bizim bir arkadaşımızla birlikte İsyan Ahlâkı adıyla tercüme ettiğimiz eserinin giriş kısmında kullanır: Mantıkî zekâ şeklinde. “L’intelligence discursiv”, yani “çıkarımlar” yaparak düşünen, bilim ve teknik üreten, hatta evrensel ahlâk nizamı hariç, her çeşit sosyal/ekonomik uygulamalarda yetenekli olan ruhî güç… Sonra başlı başına bir konu olarak 1953 yılında Hareket dergisinde ele alır. “Aklın Saltanatı” başlıklı bu yazısı hem aklı bütün işlevleriyle anlatır, hem de onun ötesindeki ilhama uzanır.
Topçu’ya göre akıl, bilim yapmadan ahlâka kadar uzanan işlevleri sayesinde hem bilgi hem duygu dünyamızı düzenler, onunla kalmaz (özellikle “zekâ” görünüşüyle) hile ve siyaseti de bunlardan kazandıklarıyla kotarır. Özdeşlik, yeter sebep ve gayecilik gibi ilkeleri vardır. Tasavvurlarımız arasında ilişki kurar, seçim yaptırır, onları değerlendirir ve anlam verir. “Varlığımızın karşısında akıl, dünyamıza nazaran güneş gibidir. (…) “Aklın işi hükümler vermektir ve bir hükümden diğerine geçmektir.” (…) Hükümler arasında bağ kurmak, bazen bunları zincirlemek suretiyle bir takım sonuçlara ulaşıyor, o halde akıl duyular yoluyla edindiği tasavvurlarla duygu dediğimiz vücuda ait isteklerin birleştirilmesi işinde önemli bir role sahiptir. Burada biri eşyaya, öbürü nefse bağlı iki ayrı şey çoğunlukla birbirine karıştırılır: Eğer isteklerimiz baskın çıkarsa hata yolu açılır, oysa bilimde amaç, realiteye uygunluk ve realiteden çıkarılmış tasavvurların olgulara tatbik edilmesiyle nefsin isteklerini bertaraf etmek, böylece nesnel hakikate ulaşmaktır. Topçu’ya göre aklın bir harikası olan “tanımak için tanımak”, yani “hakikat ideali”, aklın yapısında dine benzer, aklın kendisiyle açıklanmaz bir sırrın bulunduğunu ortaya koyuyor. Akıl sultanının bu ilâhi sırrını, yani ondaki hakikat aşkını tanımayanlar için akıl sadece bir vasıtadır: Teknik, İnkılâp veya kazanç vasıtası.” Bütün bunlarda aslolan mâneviyat, yani ahlâktır. “Sefil ve çürümüş mâneviyatlar”, akıllarını hep menfaat için, yani ticaret, kavga ve savaş ile aldatma için kullanırlar. (Onun anlayışı çerçevesinde buna “siyaset”i de eklemek lâzım.) “Bu akıl, hasta akıldır. Hasta aklın ilk alâmeti gururdur.” Acaba gayesi sonsuzluk olan “aşk ile hakikat idealleri” sırf aklın kendisiyle izah edilebilir mi? Hayır, bunların “mahiyetini anlamak için güneşin ötesindeki mâveralar gibi aklın da üstünde ve ona hayat şartlarının hepsini veren sonsuz bir ilham kaynağının varlığını kabul etmek lâzımdır.”
Nurettin Topçu, böylece akıldan ilhama geçer. İlham, terim olarak “Allah’ın, doğrudan veya bir melek aracılığıyla, iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması” diye tanımlanabiliyor. İlham hakkında “bilgi kaynağı” olarak tam bir ittifak olmasa da çoğu sûfîler gibi Gazalî, İbn Haldûn benzeri âlimler de, kalbin biri duyular âlemini, diğeri gayb ve melekût âlemini algılamaya müsait iki yönü bulunduğunu kabul ediyorlar. İşin ehli araştırmacılar, kalbin melekût âlemiyle ilişki kurup doğrudan bilgiler alabilmesi için her türlü kötülükten arınması ve büyük bir “mücâhedeye” girişmesi gerekiyor. Topçu’ya göre de ilham, aklın üstünden gelen mânevi yapımızın en üst mıntıkasıdır. “Ama biz ona hâkim değiliz o bize hâkimdir.” Aklın üst basamağına çıkanlar ona ulaşabilir. “İlimdeki hakikat aşkını, sanattaki güzellik, ahlâktaki iyilik idealini ruhumuza aşılayan ilhamdır. Allah benliğimize ilham yoluyla nüfuz etmiştir.” İlham, geçici bir hâl olmaktan çıkıp, organik varlığımıza nüfuz edince sürekli olur ve o zaman, kin, haset, riyâ ve korku, bizden sıyrılırlar; onların yerini ruhaniyet ve sevgi istilâ eder: insan siyasî olmaktan çıkar samimî olur, böylece saadet buluruz. “Ulûhiyet, sanki bir samimiyetle birlikte içimize girer. Akıldan daha üstün bir sultana, kavuşuruz. İşte din budur, ilâhî saltanat buna derler. Dine götüren yol da işte bu yoldur.” Bütün bu izahlarda görülen, Topçu’da akıl ile ilhamın karşıt değil, birbirini tamamlar şekilde anlaşıldığıdır. (Önemli bir ayrıntı olarak düşünürümüz, vahiy ile sanatkârın ilhamını da mahiyetçe ayni, sadece derece bakımından farklı görür.)
Aziz Arkadaşlar;
“Öğretmen Akademileri Toplantısı” münasebetiyle onun öğretmenlik anlayışı ve eğitme dair fikirlerini bir nebze de olsa hatırlamadan geçmek olmaz.
Nurettin Topçu “doktoralı” bir felsefe öğretmeni olarak Galatasaray Lisesi’nde mesleğe başlamış, sonra yukarıda belirttiğimiz gibi, doçentliğini de almış olmakla beraber ömrünün 40 yılını liselerde eğitim hizmetine adamış nadir hocalardandır. “Kartvizit”inde sadece “Felsefe Muallimi” yazmaktadır. Ona göre “muallimlik”ten (öğretmenlikten) daha şerefli bir meslek yoktur. Çünkü “Dünyada hiçbir fetih, kaderin sırrına vakıf olanlar için, sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir.” Ve “ mektep koridorları, gerçek fetihlerin yeridir.” (a.e. 187) O, adlarını hemen her zaman olumsuz şekilde andığı meşhur bir kıtalar fatihi ile onun hocasını, yani Makedonyalı İskender ile Aristotales’i, konu eğitime ait harika bir söz olunca hiç tereddütsüz, müspet şekilde anmıştır. İskender dermiş ki, “Babam beni gökten yere indirdi, hocam beni yerden göğe çıkardı.”
Topçu eğitim konularını o kadar hayatî bulur ki, ilkokuldan üniversiteye, din ve ahlâk eğitimine kadar yazı ve konferansları, 200 sayfayı aşkın kitap olmuştur. Bu konudaki orijinal görüşlerine dair birkaç tane tez yapılmıştır.
Topçu’ya göre öğretimin temeli, “her şeyden önce bir çıraklıktır. Mektep çıraklık yeridir, diyebiliriz ki, bir tezgâhtır. O tezgâhta usta yapar çıraklar tekrarlar. Usta verir, çırak alır. Alınmamış, benimsenmemiş, benliğe mal edilmemiş bir ders, iyi bir ders sayılmaz.” O, bir dersin, işlevini şöyle sıralar: “Mektepte alınan ders ya bir tasavvurdur, hayale mal edilir; ya bir hünerdir, ele mal edilir; ya bir iradedir, iktidarımıza ilâve edilir; ya da bir aşktır, kalbe doldurulur.” Bunlardan birini vermeyen öğretim, faydasız ve mânasızdır. “Bir takım formülleri sadece ezberleten muallim, benliğimizin iktidarından her gün bir parçasını yok etmektedir.” Ona göre düşünen insan, bizatihi eşya ve kendi iç dünyamız bizi hakikate götürücüdür: “İç âlemimiz ve dış dünyamız üstatlarla dolu.” (…) “Filozof Kant diyor ki: ‘Bana hayret veren iki şey var: Biri başımızın üstündeki yıldızlı gökyüzü, öbürü de içimizdeki vicdan. (…) Rousseau’nun üstadı vicdanıdır, kalbidir. Pascal, ilâhî iradeye tâbi olan kalbinden bahsederken dedi ki; ‘kalbin öyle sebepleri var ki, akıl asla onları anlamıyor. Nietzsche’nin üstadı ihtiras idi. (…) Michelange’ın üstadı muhteşem hilkat, Cézanne’ın üstadı güneştir, Sinan’ın üstadı, milyonlara secdeyi öğreten ilâhî kubbe, Yunus’un üstadı aşk, Mevlânâ’nı üstadı Hz. Muhammed’tir. Her din ve mezhepten halkın üstadı, duyularıyla menfaatleri oluyor. Kur’an, bu en büyük üstat, en büyük sapıklığa sürükleyen duyularla menfaatlerin sefaletinden bizi kurtarmak için gönderildi.” (a.e. 46-48)
Nurettin Topçu’nun, muallim (öğretmen) hakkındaki görüşleri de hatırlanmaya değer: Muallim, gençlere bilmediklerini öğreten bir nakledici değildir (bu kitabın işidir). Muallim, tüccar değildir, mesleğinin değerini maaşının azlığı çokluğuyla ölçmez; bu meslek para değil, “ruh işidir”. Öğretmen sadece bir memur değildir; belki genç ruhları mânadan bir örs üzerinde işleyen bir demirci, tek kelimeyle o bir “ruhlar sanatkârdır”. (a.e.s.62-62)
İstanbul Erkek Lisesi’nin 1960-61 yıllığına yazdığı nefis yazının bir bölümünde öğrencilerine şöyle hitap eder:
“Gençler, bir millet, mektebiyle millet olur. (…) Bizim işimiz, sizin sadece zekâlarınızı işlemekten ibaret değildir. Ayni zamanda kalplerinizi yoğurmaktır. (…) Şahsiyet ve hâlleriniz, bizim hünerimizin gerçek eserleridir. Yapılan bir hâlle, yükseltilen bir ruh, bir deha eserinden daha fazla bir şeydir. Bir âlemin yaratılışı gibidir. Bize, ‘siz ne iş yapar, ne vazife görürsünüz?’ diye soranlar olursa onlara, sonsuz sevinçle içimiz taşarak, ‘Bizim vazifemiz karakter yapmaktır, şahsiyet yaratmaktır’ diye cevap vermede saadet buluruz.”
Onun ilkokuldan liselere, oraların genel eğitim felsefesinden din eğitimine kadar, üniversiteyi de içine alan problem alanlarında sistematik görüşleri vardır. Merak edip bu konularda seminerler, bilgi şölenleri (sempozyumlar), paneller yapmak, ondan yararlanmak günümüz eğitimci ve akademisyenlerinin görevidir. O 50 yılın ardından en güzel şekilde anmanın, hatırlamanın yollarından birisi de en azından bu kabil konferanslar yapmak olsa gerektir.
Anlamak ve yararlanmak isteyenlere ne mutlu!..
Ruhu şâd, mekânı cennet olsun!
Cümlenize saygılar sunuyorum. (24. 04.2025)