Şiir Başlı Başına Hayatımı İfade Ediyor
“BİR GÜN KAYBOLURSAM BENİ KÜTÜPHANELERDE ARAYIN”
SORU: Okurlarımızın sizi daha iyi tanımaları için bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Selma Dolgun kimdir?
CEVAP: Ben, Selma Dolgun, Kahramanmaraş’ın Çağlayancerit ilçesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimimi ilçemde tamamladım; ardından Kafkas Üniversitesi İşletme Bölümünden mezun oldum. Halen İstanbul Üniversitesi (AUZEF) Sosyoloji Bölümünde eğitimime devam etmekteyim.
“Bir gün kaybolursam beni kütüphanelerde arayın.” sözüyle kitap okumayı ve kütüphane kültürünü hayatımın merkezine aldım. Sürdürülebilirliğin esas olduğu bir dünyada, duygu ve düşünce aktarımı yoluyla insanlar ve zamanlar arası etkileşimde kitapların ve kütüphanelerin gücüne dikkat çekmeyi kendime misyon edindim.
Yazma serüvenime on bir yaşında günlük tutarak ve şiir yazarak başladım. Aynı yaşta şiir dalında ilk birincilik ödülümü aldım. Arkadaşlarımın ve öğretmenlerimin teşvikiyle katıldığım birçok yarışmada çeşitli ödüllere layık görüldüm. 2020 yılında “Evimin Gözlerinden Baktım” adlı şiirimle kazandığım birincilik, ilk kitabımı yayımlama kararımın temelini attı.
Spora ve halk oyunlarına ilgi duydum; okul yıllarımda voleybol takımında ve halk oyunları ekibinde yer aldım, atletizm dalında liseler arası Cumhuriyet Koşusu birinciliği elde ettim. Satranç oynamayı seviyor, Türk halk müziğiyle yakından ilgileniyor, türkü dinlemeyi çok seviyorum. Öyle ki sazın tınısı kalbimi titretiyor.
Sanat ve edebiyat alanındaki faaliyetlere aktif katılım sağlıyor; aynı zamanda çeşitli sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyorum. Türkiye Yazarlar Birliği üyesiyim. Uluslararası Gazeteciler İnternet Yayıncıları ve Yazarlar Derneği’ne üyeliğim bulunuyor. Ayrıca, Özel Gereksinimli Çocuklar ve Aileleriyle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin kurucu üyelerindenim.
“ŞİİR ASLINDA İNSAN DEMEK”
SORU: Şiirle ilk tanışmanız nasıl oldu ve şiir, hayatınızda neyi ifade ediyor?
CEVAP: On bir yaşında günlük tutmaya başladım. Günlük tutan insanlar belli aralıklarla günlüklerine yazdıklarını okurlar. Ben de yazdıklarımı okuduğumda, cümlelerim ne kadar uzun ve devrik olursa olsun, cümlelerin aynı ses uyumuyla bittiğini fark ettim. Akabinde de günlüğümü yazarken cümleleri alt alta yazmaya başladım. Günlüğüme bir şeyler yazdığımda, yazdıklarım içimi acıtan şeyler de olsa, nihayetinde rahatlıyor, mutlu oluyordum. Kendi üslubumu oluşturup yazmak ise beni daha da mutlu ediyordu. Günlüğümün sayfaları üzerinde kelimelerle oyun oynuyordum adeta. Ve ortaya şiir çıktı. Şiir yazmak için yazmadım, ama ben yazdım; şiir kendiliğinden oldu.
Ancak henüz farkına vardığım bir durum var ki, aslında şiirle tanışmam çok daha öncesine dayanıyor. Vesile olan da babam... Babamın her gece yatmadan önce teybe takıp dinlediği kasetler. Ben küçüklüğümden itibaren her gece, babamın teybe taktığı kasetlerde ruhuma nakış gibi işleyen ozanların/âşıkların seslerini dinleyerek rüyalara daldım. İstisnasız her gece.
Bazı zamanlar misafir odamız dolup taşardı; çevre köylerden, mahallelerden gelen âşıklar/ozanlar misafir odamızda toplanıp sazlarını konuştururlardı. Atışmalarını kasete kaydederlerdi. İsteyen herkes o kaydın kopyasını alırdı; tabii babam da alırdı. O kasetleri her gece yatmadan önce teybe takar dinleyerek uyurdu. Öyle ki annem uyanıp teybi kapatmazsa sabaha kadar açık kaldığı olurdu.
Anne babasının okuduğu, anlattığı masalları dinleyerek uyuyan çocuklar kadar şanslı hissediyorum kendimi. Zira ben de sazın teline başımı koyarak, türküler dinleyerek, âşıkların sesleriyle uyudum, gönül dostlarını dinleyerek büyüdüm. Şimdi anlıyorum ki, aslında beni şiire yaklaştıran etken, babamın her gece yatmadan önce teybe takıp dinlediği o kasetlerdeki âşıklar/ozanlar ve onların hikâyeleri. Hatta kasetlerin içinde bir tanesi vardı ki, onu dinlerken gözyaşlarımı tutamaz, ağlardım yatağımın içinde. Bir kadın bir erkek, iki halk âşığı, türküye başlamadan önce o türkünün hikâyesini canlandırırlardı. Loş gece lambasının cılız ışığını da reddederek gözlerimi kapatır, zihnimde bir tiyatro sahnesi oluştururdum. Teypten gelen sesler, benim tiyatromda benim belirlediğim insan vücuduna bürünürdü. Hikâye bitip saz sesi duyulduğunda perde kapanırdı. Perde kapanırken fonda hikâyesi anlatılan o türkü çalmaya başlardı.
Şimdi anlıyorum ki, taa o zamanlar öğrenmişim duyarken dinlemeyi ve dinlediklerimi okumayı. Annemin anlattığına göre babamla ilk evlendikleri zaman da babam aynı şekilde dinliyormuş kasetleri. Anlıyorum ki, henüz beşikteyken de saz tınısıyla, âşıkların sesleriyle uyumuşum. Bilinçaltıma, ruhuma işleyen o seslerin ve seslerdeki sözlerin üzerimdeki etkisi, on bir yaşımda günlük yazmaya başlayınca açığa çıktı kanaatimce. Ki günlüğüme yazdığım cümlelerin aynı ahenkle bitmesini buna bağlıyorum.
Şiir, hayatımda herhangi bir şeyi ya da sadece bir şeyi ifade etmiyor. Zira şiir, başlı başına hayatımı ifade ediyor. Hayatım şiir gibi... Hayatım şiirin kendisini tasvir ediyor aslında. Bazen lirik; melankoliğin zirvesinde, duygu yüklü. Bazen epik; coşkun akan bir ırmak, göğüs kabartan destansı yaşayış. Bazen pastoral; dağda bayırda, inemediğim ağaçlara tırmanıp mahsur kalmak. Bazen didaktik; çok soru sormak, hep merak etmek ve merak ettiğim her şeyi başkalarının da merakına sunmaya çalışmak. Bazen de satirik; susmamak, başını ağrıtacağını bilsen de toplum ve birey yararına olmayan her şeyi ve herkesi edep erkan dairesinde hicvetmek. Şiir tam da böyle ifade ediyor hayatımı ya da hayatım şiiri.
2023 yılında kaleme aldığım İnsanzede isimli şiir kitabımın ön sözünde ise şiiri şöyle dikte etmiştim:
“Duygu ve düşüncelerin aktarımında ve bu aktarımın oluşturduğu ruh halini sağlamada şiir, bir mihenktir. Görünürde kısa ama derinliği fazla olan bir yoldur şiir. Şiiri tercih edenlerin yolculuğu sürprizlerle doludur. Bazen yoldaki taş, taş değil; ağaç ise ağaç değildir. Herkes aynı yerde, aynı taşı ve aynı ağacı göremez. O yolda kimin ne görüp ne anladığı, kendi yolculuğunun nasibidir. Yolun ne verdiği değil, yolcunun ne aldığı önemlidir. Yolun kısalığı değil, yolcunun uzun yürümesi önemlidir.
Şiir uzun bir yoldur. Bu yolda kimileri Züleyha’nın aşkı, kimileri Mevlana’nın daveti, kimileri Yunus’un dergâhı, kimileri Cezeri’nin ilmi, kimileri Sinan’ın mimarisi, kimileri Nefi’nin dili, kimileri Nazım’ın gurbeti, kimileri Âşık Veysel’in sazı, kimileri de Necip Fazıl’ın Çile’si ile karşılaşabilir.
Şiir, derin bir kuyudur. Anlama ve içselleştirme yetisi nazarında ve ipi salındırabildiği ölçüde, herkes bu kuyudan kovasını doldurur. Kimi suyun yüzeyinden, kimi biraz daha derinden alır suyu. İpin uzunluğu ve kovanın büyüklüğü, kuyudaki suyu içmeye niyetlenen kişinin sabrı, dirayeti ve samimiyeti ölçüsündedir.”
Ve şimdi kendime tekrar soruyorum: Şiir benim için ne ifade ediyor, neyi simgeliyor? Ve başka cevaplarla bu sorunun eşiğinde buluyorum kendimi. Tüm bu edebi benzetmelerin dışında, şiir aslında insan demek. İnsanın fizyolojik anatomisi başlı başına bir şiir. İkiz beyitler halindeki uzuvların cinaslı kafiye gibi dört dörtlük uyumu, ahengi hem göze hem de kulağa hitap eden edebi bir sanat eseri.
Anlıyorum ki ben nefes almaya devam ettikçe, yaşayıp tecrübe ettikçe ve yeni sorular sordukça, şiirin hayatımdaki, bendeki anlamı kendine değer üstüne değer katarak sonsuzluğa doğru yol alacak. Ki bu soru her sorulduğunda aynı cevabı veremiyorum.
“KENDİME VE HAYATA BAKIŞIM GENİŞLEDİKÇE ŞİİRE DAİR TANIMIM DA EVRİLİYOR”
SORU: Şiirlerinizde kullandığınız dilin ve üslubun okurla kurduğu bağı nasıl tanımlarsınız? Bir şiirin "iyi" olması için hangi unsurların bir araya gelmesi gerekir?
CEVAP: Bir yazarın, şairin “iyi”nin, hele ki şiirde “iyi”nin tanımını yapmaya kalkışması kendi ayağına sıkması demek. Belki daha beteri, kalbine ve aklına da… Çünkü şiirin bendeki tanımı bile sürekli değişirken, “iyi şiir” diye kesin bir kıstas koymak, beni anlık bir duyguya yahut düşünceye tutsak etmek olur. Ben buna razı değilim.
Benim “iyim” bile zamanla değişiyor; kendime ve hayata bakışım genişledikçe, şiire dair tanımım da evriliyor. Şiiri canlı kılan da bu zaten: değişkenlik, sabitlenmemek, akış. Okurla kurduğu bağ da burada gizli bence. Ben ne kadar kesin tanımlardan kaçınırsam, şiir o kadar çok yöne açılabiliyor; okur kendi “iyisini” kendi zamanı, kendi duygusu, kendi düşüncesiyle buluyor.
“İNSAN GEREKTİĞİNDE KENDİSİYLE DE ÇATIŞABİLMELİ”
SORU: Şiirlerinizde genellikle hangi konuları işlersiniz? Şiirlerinizdeki ana temaları ve bu temaların ortaya çıkış hikâyelerini anlatır mısınız? Sizi en çok etkileyen ve ilham veren şeyler nelerdir?
CEVAP: Konular, nasıl bir öğrenci olduğumla alakalı olup çok değişkenlik göstermekte. Öğrenmek ve bilmeyi istemek hususunda gösterdiğim gayret mukabilince konular, matruşka gibi çoğalıyor. Konu içinden konu çıkıyor. Akla ve hayale gelebilecek her şey, hatta akla ve hayale gelmeyecek her şey...
Soru sorduran, merakımı kamçılayıp kanatan, güldüren, ağlatan, hatta duygusuzlaştıran; beni durağanlıktan alıkoyan her şey ve herkes, bütün duygular ve düşünceler zıtlıklarıyla konum dahilindedir. Ki şiirlerimde çelişkiler ve zıtlıklar kaçınılmaz olmuştur. Öyle ki, kendisiyle çelişir gibi görünmekten asla gocunmadım; zira insan gerektiğinde kendisiyle de çatışabilmeli, diye düşünüyorum.
Toplumsal bir varlık olan insanın, özellikle de bir şairin kaleminin toplumdan bağımsız olmaması gerektiği kanaatindeyim. Dolayısıyla toplumsal olaylar ve toplumu ilgilendiren her şey yine konum dahilindedir.
Bir tuvaldeki resme hem çok yakından hem de çok uzaktan bakıyor; gördüklerimi ve göremediklerimi konu ediyorum mesela. Bazen o tuvaldeki resim oluyorum, bazen de o resmi tuvale resmeden o sihirli el... Tuvaldeki o resim, hayatın kendisi aslında. Kendimi o resmin ne kadar içinde ve dışında tuttuğum ya da resmi yapan olmayı tercih edip etmemem konuları var ediyor.
Farklı bakış açısıyla, farklı ruh halleriyle kendime aynı malzemeden farklı konular çıkarabiliyorum. Dolayısıyla bu, sonsuzluğa atılan bir konu köprüsü oluyor. O köprüyü yürüdükçe köprü uzuyor. Uzuyor. Velhasıl, uzayan köprü ilhamı da beraberinde getiriyor.
“HER HİKÂYENİN BİR ŞİİRİ YOKTUR AMA HER ŞİİRİN MUTLAKA BİR HİKÂYESİ VARDIR.”
SORU: Siz aynı zamanda öykü ve deneme yazıları da kaleme aldınız, şiir ve diğer türler arasındaki geçişler size ne ifade ediyor?
CEVAP: Her hikâyenin bir şiiri yoktur ama her şiirin mutlaka bir hikâyesi vardır. Benim şiirlerim de bir yaşantıya ve bir düşünceye yaslanır. Bu yüzden şiir, hikâye ve deneme arasında kopmaz bir göbek bağı olduğunu düşünüyorum.
Aslında türler değişse de özü değişmez. Yazdıklarımın üstü farklı görünse de hepsi aynı kalpten, aynı akıldan, aynı duygudan beslenerek ortaya çıkar. Şiir yoğunlaştırır, hikâye yaşatır, deneme düşündürür; ama hepsi aynı kaynağın farklı dilleridir.
Ve biliyorum ki bundan sonra kaleme alacağım roman ya da tiyatro eserleri de bu zincirin bir devamı olacak. Çünkü yazdığım her şey, en nihayetinde aynı duygu ve düşüncenin farklı bir kıyafete bürünmüş hâlidir.
“YAZMA DİSİPLİN İSTER”
SORU: Yazma sürecinizde ritüelleriniz var mı? Bir şiirin ya da metnin ilk dizesi nasıl ortaya çıkar?
CEVAP: Yazmak disiplin ister; nasıl ki bir esnaf sabah erkenden kepenklerini açar, bir fırıncı geceden hamurunu yoğurur, bir öğrenci ya da öğretmen vaktinde işinin başında olur, işin yazmaksa da kalemini alıp masanın başına oturmalısın. Yazmadan geçen bir gün olmamalı, çünkü ne yazdığın kadar yazma eyleminin sürekliliği önemlidir. Ama ilham da kendi yollarını bilir; bazen günlük telaşın içinde, yolda yürürken, bulaşık yıkarken, hatta bir rüyanın tam ortasında ansızın gelir. O beklenmedik anda düşen bir mısra, bir cümle, başlı başına bir eserin tohumunu taşır. Disiplin seni hazır tutar, ama yazının asıl mucizesi, o beklenmedik dokunuşlarda saklıdır.
“YAZMAK İLAHİ BİR MÜKÂFATTI; ZAHMETİ İSE KADERİMDE OLMAYANI YAZMAKTI”
SORU: Şimal, İnsanat Bahçesi, İnsanzede, Kalbi Varmış Yüreksizin ve Ekmeği Kitaba Bandıran Kadın isimli deneme kitabınız… Eserlerinizin ilk gönlünüze düşme sırrından biraz bahseder misiniz?
CEVAP: Her kitabımın içeriği, başına yazdığım cümlelerden fışkıran bir düşüncenin, duygunun ve bakış açısının şekillendirdiği bir yolculuk olarak ortaya çıktı. Her bir ses, her bir yara kalemim aracılığıyla kelimelere dönüşür ve böylece her kitap kendi içeriğini, kendi ruhunu bulur.
“Yazmak ilahi bir mükâfattı; zahmeti ise kaderimde olmayanı yazmaktı.” Şimal, tüm duyguların karşılığını bulduğu, fazlasıyla duygusal bir şiir kitabı olarak bu fikirden doğdu.
İnsanat Bahçesi, hikâyelerle Türkiye’de ve dünyada yaşanan olaylara dikkat çekme ve farkındalık yaratma arzusuyla şekillendi; “Herkesin bahanesine ‘haklısın’ der dilim ve önce dilime kırılır kalbim.”
İnsanzede, sadece depremden değil, insandan yara alan, zedelenen bir insanın bakış açısıyla ve ruh haliyle yazıldı: “İnsanzede demediler de depremzede dediler.”
Kalbi Varmış Yüreksizin, soran ve sorgulayan bir bakışla, güncel konulara şiirsel bir pencere açtı: “Her hikâyenin bir şiiri yoktur ama her şiirin mutlaka bir hikâyesi vardır.”
Ekmeği Kitaba Bandıran Kadın ise okuyan, merak eden ve sorgulayan bir kadının iç dünyasının, duygu ve düşüncelerinin birikiminden oluştu.
“TÜRKÜ DİNLEMEK RUHUMA ŞİFA GİBİ GELİYOR”
SORU: Yazarlık kariyerinizin dışında kalan ilgi alanlarınız nelerdir? Bunlar edebî üretiminizi nasıl etkiliyor?
CEVAP: Film izlemeyi çok seviyorum ve bunu adeta bir kitap okur gibi yapıyorum: elimde kalem, önümde not defteriyle izliyorum. Film izlerken bakış açımın geliştiğini ve bunun yazınsal üretimime doğrudan katkı sağladığını düşünüyorum. Bunun yanında yabancı dil öğrenmeye yönelik sürekli bir gayret içindeyim; kendimi bildim bileli çantamda değişkenlik gösteren yabancı dil kılavuzları taşırım. Ki bir dili sadece konuşmak ya da anlamak için değil o dili konuşan insanların ruhunu, kültür kodlarını anlamak adına bu gayretim.
Türkü dinlemeyi çok seviyorum; türkü dinlemek ruhuma şifa gibi geliyor, sazın sesi, tınısı ruhumu okşuyor. Kitap okumak ise vazgeçilmezim. Okuyan insan bir noktada doğal olarak kalemi eline almak, sözünü kâğıda dökmek zorunda kalıyor. Ben de bu yüzden okumayı, üretkenliğin ve yazmanın en temel besinlerinden biri olarak görüyorum.
SORU: Şiir dünyanızı, şair kimliğinizi etkileyen bir isim var mı? Yani etkilendiğiniz bir şair oldu mu?
CEVAP: Tamamen tesiri altında kalmadan ilham aldığım bir ve birçok şair oldu. Bazılarının şiir yazma metodundan, bazılarının yazdığı şiirin konusundan, bazılarının tek bir kelimesinden, bazılarınınsa sadece hayat hikâyesinden; hikayesindeki duruş ve tavrından ilham aldığım şairler oldu zaman zaman. Ama bu ilham geniş bir zaman dilimine yayılmadı, hiçbir zaman. Verdikleri ilham dolayısıyla saygı ve minnetimi fanatik bir bağlılığa, bir tesire dönüştürmedim. İlham aldığım kimseye dönüşmeden, aldığım ilhamla kendime dönüşebilmeye gayret gösterdim, özgün kalabilmek adına.
Okur Selma ile yazar Selma’yı başa baş götürmeye gayret gösterdim, her daim. Hatta okuyan Selma’yı daha çok destekledim. Öyle ki elimden geldiğince çok okumaya, zaman geçtikçe de kaliteli okuma yapmaya gayret gösterdim. Okuduğum kitaplar dolayısıyla bana tesir eden, ilham veren geniş bir şair-yazar yelpazem oldu. Bu bağlamda tek bir kişinin ya da birkaç kişinin adını vermek, diğer ilham verenlerime haksızlık olur.
Ama şu kadarını söyleyebilirim: Yazdıkları dolayısıyla bedel ödemek durumunda kalmış olan, hayatı sürgünlerle geçen, hürriyetinden ve hatta sonunda ne yazık ki canından olan şairler-yazarlar benim için ayrı bir yerdedir. Üzerimdeki tesirleri de bazılarına nazaran daha kuvvetlidir.
“YAZMAYA YENİ BAŞLAMADIM, YAZDIKLARIMI PAYLAŞMAYA YENİ BAŞLADIM”
SORU: Kadın şair olmanın zorlukları nelerdir? Siz bu zorluklarla ne ölçüde karşı karşıya geldiniz?
CEVAP: Neşet Ertaş’ın: “Kadınlar insandır, biz insanoğlu.” sözü çok manidardır. İnsanoğlu diye tabir edilen kimseler, insan diye tabir edilen kadını her zaman, sadece kadın olarak gördüklerinden ve kimselerin kendi kafasına göre tasavvur ettiği, tasarladığı, hayatın belirli evrelerine konumlandırdığı birçok sıfatla tanımladığı kadın, her çağda, her koşulda kendi varlığının farkındalığı ve kendi tanımının sıfatını kendisi belirleyebilmek için çok çetin bir varoluş mücadelesi vermek durumunda kalmıştır.
İnsan olarak doğasında var olanı gerçekleştirmek, açığa çıkarmak kadınlar için ayrıca meşakkatli olmuştur. Keza benim için de aynı durum söz konusuydu. Toplum baskısı, çevre baskısı, yazdıklarımın üzerime giydirilmesi korkusu ve çekingenliği üzerimde bir baskı teşkil etti. Dolayısıyla her ne kadar küçük yaşta yazmaya başlasam da yazdıklarımı paylaşmak çok zaman aldı. Yirmi küsur yıl gibi bir zaman...
Ondan sebeptir ki, kadına karşı zaten bir önyargı içinde olan bazı sözde aydın geçinen erkek yazarların ilk kitabımın çıkış tarihini referans alarak, kalemle kâğıdı yeni tanış ettiğim zannına kapılıp; yazmak anlamında edebi üsluptan uzak, alaycı eleştirilerine maruz kaldığımda tebessüm ederek: “Yazmaya yeni başlamadım, yazdıklarımı paylaşmaya yeni başladım.” demek durumunda kaldım çoğu kez.
İlk kitabımın ilk imza gününde yine bir erkek yazar tarafından, şiir kitabı çıkardığım için neredeyse linç edildim. Neymiş efendim, kadın hikâye yazmalıymış, roman yazmalıymış, deneme yazmalıymış; başka her şey yazmalıymış, kadına yakışırmış. Ama kadın şiir yazmamalıymış. Zira kadının kendisi şiire yakışırmış. Bunu diyen de güya bir yazar! Güya bir aydın!
Yazdıklarımı paylaşmak konusunda zaten çekingenlik gösterirken, yazarken de çekingen davrandım. Mesela uzun yıllar aşkı cinsellikten, tutkudan arındırıp, toplum tarafından kabul gören, örf ve adetlerimize, kültürümüze uygun şekilde kaleme aldım. Ve maalesef bunun eksikliğini hep hissettim şiirlerimde. Kalemim, sözüm görünmez prangalarla zincirlenmişti. Nihayet o zincirleri de kırdığımda kalemim nefes almaya başladı.
Bu güzel söyleşi, içten ve samimi ifadeleriniz için çok teşekkür ederim.
Bana bu imkânı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.