Annemin kitap kokan odasında kelimelerle, babamın saz tınısında notalarla büyüdüm. Edebiyat ve müzik, hafızamı olduğu kadar kültürümüzü de birbirine bağlayan görünmez bir köprü.
Benim için edebiyat ve müzik sadece sanat dalları değil, aynı zamanda bir miras. Doğduğumdan beri annem, eğitimci yazar Kadriye Kırdök’ü hep yazarken, okurken gördüm. Onun kelimelerle kurduğu dünya, beni edebiyata ve şiire aşina kıldı. Babam ise elinde sazıyla türküler söylerdi. Müzik kulağımın, sanata ilgimin kaynağı çocukluğumda bu sahnelere tanıklık etmemdir. Bu yüzden edebiyat ve müzik, benim iç dünyamda hep iç içe geçti; biri yazıyla, diğeri sesle konuşan iki dost gibi…
Bazı şarkılar vardır, duyduğunuz anda sizi yıllar öncesine götürür. Oysa o şarkının sözlerini belki hiç ezberlemediniz, belki melodisini bile doğru hatırlamıyorsunuz. Ama sizde bir şey bırakmıştır. Aynı durum bazı cümleler, bazı şiirler için de geçerlidir. Çünkü hem edebiyatın hem de müziğin yaptığı şey aynıdır: Zamanı, duyguyu ve insanı damıtmak.
Edebiyat kelimelerle kurar dünyasını; müzik ise sesle, ritimle, ahenkle… Fakat bu iki alanın yolları sık sık kesişir. Hatta çoğu zaman birbirlerinden ayrı düşünülmeleri bile mümkün değildir. Nitekim Türk edebiyatının büyük ustaları, musikiyle yoğrulmuş bir estetik anlayışla eserler vermiştir. Yahya Kemal’in şiirlerinde yalnızca anlam değil, bir melodi de vardır. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı okurken bir ilahi dinliyor gibi hisseder insan. Bu sadece dilin etkisi değil, şiirin iç ritminin bir sonucudur.
Divan edebiyatı dediğimiz şey zaten neredeyse başlı başına bir müzik sistemidir. Aruz vezni ile yazılan gazellerin melodik yapısı, meşkiyle birlikte hafızalara kazınırdı. Şiir, söylenmek içindi. Şairlerin dili, bestekârların eliyle musikileşirdi. Aynı şekilde halk edebiyatında da türkü formu, söz ile sesin kardeşliğidir. Aşık Veysel’in “Kara Toprak”ı hem bir şiirdir hem bir ağıttır, hem de bir senfonidir adeta.
Zamanla bu bağ kopmadı, sadece biçim değiştirdi. Tanzimat’tan itibaren roman girince hayatımıza, bu kez müzik arka planda sahneye çıktı. Ahmet Hamdi Tanpınar, romanlarında klasik Türk musikisine öyle zarif yer verir ki, notalar adeta sayfalar arasında dolaşır. “Huzur” romanında Mümtaz karakterinin içsel arayışı ile tamburun sesi aynı çizgide ilerler. Çünkü Tanpınar’a göre musiki, zamanın edebiyatıdır.
Batı’da da bu ilişki güçlüdür. Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı dev eserinde müzik, hafızayı tetikleyen bir araçtır. Beethoven’ın, Chopin’in, Vinteuil’in besteleri sadece kulağa değil, zihne de hitap eder. James Joyce’un “Ulysses”inde ise dilin kullanımı neredeyse bir caz doğaçlaması gibidir; ritim, tekrar ve devinim iç içedir.
Gelelim günümüze… Şarkı sözleri artık modern şiirin yeni formu olarak kabul ediliyor. Bob Dylan’a verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü hafife almak bu dönüşümü görmezden gelmektir. Dylan’ın sözleri, klasik şiir formunda değildir belki, ama çağın ruhunu taşıyan, insan deneyimini yoğun biçimde yansıtan metinlerdir. Türkiye’de ise Sezen Aksu, Bülent Ortaçgil, Cem Karaca, Ezhel gibi isimler şarkılarında edebi derinliği korumayı başaran sanatçılardır. Özellikle Sezen Aksu’nun bazı sözleri doğrudan şiir kitaplarına alınabilecek niteliktedir.
“Ben sende tutunamıyorum, Oğuz Atay gibi” diyen yeni nesil söz yazarları, edebiyatı sadece bir referans değil, bir duygu kaynağı olarak kullanıyor.
Bugün edebiyatla müzik arasındaki ilişki çok daha demokratik, çok daha akışkan. Kitap okurken hazırlanan çalma listeleri, müzisyenlerin albümlerini hikâye gibi kurgulaması, bir konserin bir tiyatro sahnesine dönüşmesi… Bunların hepsi, sanatların artık sınır tanımadığını gösteriyor.
Edebiyat ve müzik… Biri kalemle yazılır, diğeri notayla. Ama ikisi de aynı şeyi arar: insanı.
Çünkü insanın en saf hali duygudur; duygu ise bazen bir cümlede, bazen bir melodide saklıdır.
O yüzden belki de en doğru tanım şudur:
Edebiyat ve müzik, aynı ruhun iki ağzıdır.
Biri içimizden geçenleri söyler, diğeri söyleyemediklerimizi çalar.