Bütün  imtihanlar zordur! En basit sınavlarda bile insan strese girer, korkarsınız; sonunda ya korktuğunuz başınıza gelir, ya da gülersiniz. Hayat imtihanı da tııpkı böyledir…

Doğuşumuzdan başlayalım isterseniz. Hemen hemen bütür insan yavruları, doğduğunda ağlar, belki de fıtratımızda vardır. Ama belki de acılara hazırlamıştır Rab’bil alemin. Yani çekeceğimiz acılara aşı yapılmıştır Allah-u alem…

Sonra sınavlar, sınavlar. Eşinizden, evladınızdan, malınızdan, sağlığınızdan, eşinizden dostunuzdan, ortağınızdan, denenirsiniz! Ve sonunda dünya hayatı sona erer. İşte bu doğum ile  ölüm arasındaki zaman dilimine hayat demişler.

Kimi bu hayat denilen hayale, kutsallık yükleyivermiş; oysa bir varmış bir yokmuş. O yalan, bu da yalanmış dünya. Hepsi biraz oyalanmaymış değil mi?

Buna rağmen ölüm gerçeğini bir türlü kabül etmeyiz, kaçarız, direniriz, kimi zaman yok sayarız. Saçımız ağırır, belimiz bükülür de yine ne nefsimiz ‘ben’ der.

Yazar D. Ali Taşçı beyefendi der ki; “Hayat, şehvetle şöhret arasında dolanıp arzuları tanrılaştırırsa, ölüm, korkunç bir yüzle gelir karşınıza ve bütün yaşamınızı yutar. Ama hayat, ibret ve ibadetle donatılırsa, ölüm, sevgilinin en can alıcı tebessümüyle sizi karşılar.

NELER YAPMAK GEREK

Hayata anlam yüklemek için elbette yapacaklarımız var. Nefsin ihtiyaçları da karşılanmalı, eğlenebilirsiniz, en güzel yemekler, gezmeler v.b. Her şey insan için. Ancak hayat sadece bunlardan ibaret değildir.

Üstad Bediüzzaman, bunlara İslami ölçülerde bir sınır koyar, der ki: “ Helal daire keyfe kafidir!” Aslında aynen geçerli bir kural bu ama nefis bu,  illa da helali delecek ya, içimizde dolanan şeytan ile el ele verip çoğu zaman insanı günaha yönlendirir, israf ettirir, haddini aştırır, arzularını körükler, hakikat ağacının meyvelerini yemek yerine, cehennem şurubu içirir insana. Hadi bakalım,  tut tuta bilirsen kendini.

KEŞKELER BAŞLAR

Şimdi insan çift çekirdekli diyoruz ya, aynı çekirdeğin içinde hem cennet bahçesinin ağacı olan Tuba hemde cehennem ağacı olan Zakkum iç içe bulunur.  Akifin ifadesi ile oluklarımız çift akar, birinden nur, diğerinden kir.

Taşçı kardeşim aynı yazısının son bölümünü şöyle bağlarken: “Hayat, tabutla beşiğin birlikte yürüdüğü yoldur. Beşiktekine gülüp, tabuttakine ağlamak da insanlığın gereğidir. Ne var ki, yaşam devam ederken tabutu unutmak gaflettir ve hayattan kaçıştır.

Öyle ise daha az keşkeler ile iyikilerimizi çoğaltmak, hayır ve sevaplarımızı artırmak uğruna yatırımlar yapmamız gerekiyor.

Efendimizin ifadesi ile, bir hurma ile de olsa, Allah için insanlara yardım eli uzatmalıyız. Ayetin ifadesi ile size el açanların eline boş çevirmeyiniz.

Bir yetim başı okşayınız, insanlara selam veriniz, tebüssümde bulununuz. Dedik ya, şu yalan dünyanın peşine düşmek yerine, gerçek hayatımız olan ahiret hayatımıza yatırım yapmamız en doğru olandır.

Bizim işimiz, iyiliği emredip, kötülükten uzaklaştırmak olmalı. Özetle yine Kur’anın ifadesi ile emrolunduğumuz gibi dost doğru yaşamalıyız. Bu dünya yalan yani sanaldır. Ne diyor. Neşet Ertaş: “Sen ağladın canım,  ben ise yandım.

Dünyayı gönlümce olacak sandım.

Boş yere aldandım, boş yere kandım.

İrengi gözümde solan Dünyada!”

Öyle ise, Hz. Ali’nin dediği gibi” "Doğarken sen ağlıyordun, başkaları gülüyordu ya; öyle bir hayat yaşa ki, öldüğünde sen gülesin, başkaları ağlasın."

Kalın sağlıcakla.