Attilâ İlhan… Şiirlerinin yanında nesirleriyle de infialler uyandıran adam. Engin bir tecessüs, âlemşümul mevzu ve meseleler… Dar kalıplar ve sığ düşünceden uzak, geniş ve derin bir irtifânın adamı. Tek engeli bir türlü aşamadığı Marksist telakki. Aslında ne Marksizmayla alakası var, ne de herhangi bir ‘izm’ le. Sadece reaksiyoner manada Marksist.

“Tek işçinin elini sıkmadan Marksist oldum.” diyen Cemil Meriç misali, Attilâ İlhan’da da vücut bulan Marksizma zarureten bir kaçıştan ibaret. Türk aydınının kaderi Tanzimat’tan beri kaçmak. Herkes bir yerlere kaçma telaşesinde. Merkezi otoritenin olmadığı, ferdi ahlakın ve murakabenin sağlanamadığı bir memalikte kaçış zaruret değil de nedir? İmparatorluğun çöküş nesli acılarıyla, hisleriyle, hülâsa; her şeyleriyle asil ve soylu. Tek mustarip oldukları, murakabe altına alınamayan his ve fikir dünyaları.

*

Memleketimizde üretilen her fikir ve irfan yemişine müptelayız. Tek kıymetli söze ve hiçbir kıymetli şahsa kayıtsız kalamayız. Bu topraklar dirilişin coğrafyası olacaksa, aramızdaki tüm ideoloji duvarlarını yıkıp birbirimize kenetlenmeliyiz. Bu duygulardan ilham alan tecessüsümün veçhesi Attilâ İlhan’a çevrildi bu aralar.

*

“Ulusal Kültür Savaşı” sahasında kıymetli eserlerden. Kitabın henüz başlarında yer alan “Evrensel Kültür Kavramı, Bir Tuzak Geliyor” başlıklı yazı alâkamı cezbetti. Bu yazıda Attilâ İlhan, evrensel kültür ya da âlemşümul bilginin olmayacağını söyleyerek bunun bir tuzak olduğunu dillendiriyor. Üstad burada haklıdır. “Evrensel bilgi” Batı uygarlığının uydurduğu yüzlerce yalanın sadece bir tanesi. Sebebi, sömürü anlayışını meşrulaştırmak.

*

Cemil Meriç’in yıllar önce kaleme aldığı UNESCO başlıklı yazıya göz atalım. “Çağımızda topluluklar insanî vasıflarını kaybettiler. Kaderimize alfabenin harfleri hükmediyor. S.S.C.B, A.B.D,  NATO vs.  … Büyük milletler, kişiliklerinden vazgeçip alfabenin işaretlerine sığınınca, insanlar da sloganlara teslim oldular. Sloganlar da mânâsını idrâk edemediğimiz onbeş-yirmi harf kümesinden ibaret değil mi? Düşünce yok artık. Kinler de, sevgiler de birtakım işaretlerin emrinde: Kızıl karşısında kuduran azgın boğalar gibiyiz.

…Batı’nın mimarı olduğu her kuruluş gibi, UNESCO da deniz kızına benzer; muhteşem bir baş altında sefil bir kuyruk. UNESCO Avrupa’nın binbir aldatmacasından biri. UNESCO ideali bir çeşit afyon.

…UNESCO, açıkgöz düşünce cambazlarının büyük bir iştiha ile memelerine sarıldıkları garip bir inek. Süslü kutularla sunulan bir afyon UNESCO. Amacı; Asya ile Afrika’yı terbiyeli bir sirk hayvanı haline getirmek, kurdun dişlerini törpülemek ve köpekleştirmek.”

Bu satırların yazıldığı memleketin kendi medeniyet hamlesi etrafında kültür ve irfan ocakları açması gerekmez mi? Bazı aydınlarımızın temas edip gördüğü bu gerçeğe bugün ekmek ve sudan daha muhtacız!. Attilâ İlhan’da bu hakikati görenlerden. Batı’nın insanlığa “kültür” namına verebileceği hiçbir şey yoktur. Öyleyse Attilâ İlhan’ı dinleyelim: “Evrensel kültür kavramı, bir tuzak gizliyor, Kabataslak denebilir ki, evrensel kültür, yeryüzünden gelmiş geçmiş ve geçecek uygarlıkların, heyet-i mecmuasıdır. Gel gör ki, terimi ısrarla kullananlar, bunu böyle anlamıyor. Onların evrensel kültür dedikleri, birkaç yüzyıldır, Yahudi/Hristiyan tabanlı batılı emperyalizmin, dünyaya ‘evrensel’ diye, ‘cebren ve hile’ ile kabul ettirmeye uğraştığı, Yunan/Latin kökenli batı kültürü-kendi kültürü. O bunu elbette gizler, kültür değerlerini toplumsalın dışında, hatta üstünde bir değerler sistemiymiş gibi sunar. Halbuki kriter (kıstas, ölçüt) kendi uygarlığının kriteridir. Bu kritere uygun düşmeyen başka kültür sistemleri, o dakika geçersiz sayılıyor. ‘Kültür Emperyalizmi’ dediğimiz, bu değilse ne?

…Birkaç yüzyıldır, yeryüzü Batı uygarlığının üstünlüğünü yaşıyor. Evrensel diye savunulan kültür değerleri, gerçekte, batılı toplumların değerleri.” Vicdanın sesini duyuyoruz Attilâ İlhan’dan. Vicdanın sesinin Batı nidâsı. Hürriyet, müsavat ve kardeşlik teslisine ise “haçlı esprisi” diyor Sayın İlhan ve devamında Türk aydınının içine düştüğü gariplik şu sözlerle tespit ediliyor: “XX. yy.dan çıkıyoruz, hâlâ daha, sağcısı olsun solcusu olsun, Türk aydınları ulusal çözüm diye, başka ülkelerin kendi koşullarına göre ürettikleri çözüm reçetelerini savunmak ‘gaflet ve delâleti’ içindedirler.” Başka ülkelerin çözüm reçetesi mi dediniz? Evet… bu sözünüz gayet doğrudur, kendi çözüm reçetesini üretemeyen bir cemiyetin eline sıkıştırılanları çözüm kabul etmesi gayet de tabii… Bahsi geçen yazı can alıcı bir sual etrafında düğümlenip nihayete eriyor: “Peki biz ne yapmaya çalışıyoruz?”

Düşünceyi kör mahzenlere atıp, fikirden ve fikir adamından nefret etmeye çalışıyoruz Sayın İlhan. Ne acı değil mi?

Ulusal Kültür Savaşı -2-

Tarih Şuuru ve Aydın

Attilâ İlhan’ın “aydın” idealinde en göze çarpan hususiyet, aydının tarihinden kopamayacağı gerçeğidir. Mazisiz fert olmaz ki, aydın olsun. Bu gerçeği haykırarak diyor ki: “Ulusal bileşime ulaşmak mı istiyorsunuz, önce ulusal bilince kavuşmuş olacaksınız, ulusal bilincin temelindeyse, tarih bilinci yatıyor. Demagoglar ve fanatik bir ‘milliyetçilik’ için değil, bilim aydınlığında, bugünü akıllıca değerlendirebilmek, yarını gerektiği gibi hazırlayabilmek için!..”

Uydurukçanın uyduruk kelimeleriyle hakikati anlatıyor Attilâ İlhan… Belki de iğrendiğim uydurukça kelimeler dahi, O’nun hoş üslubunda keyifli bir hal alıyor. Ne diyelim!

Attilâ İlhan’ın tarih şuuru, Kemalist rejimin tarih telakkisinden çok çok farklıdır. Ona göre, tarih devamlılık, medeniyet ise bu devamlılığın içerisinde oluşan birikim demektir. 31 Mayıs 1983’de yazdığı “Anadolu Medeniyetleri” başlıklı yazı fevkaladedir. Bu yazıya biraz göz atalım… Yazı Malraux’un şu sözüyle başlamaktadır: “Bütün medeniyetler dinseldir, ilk laik medeniyet, Fransa Devriminden sonraki Batı medeniyetidir.” Bu söz Batı uygarlığı için doğru olmakla beraber, Attilâ İlhan’ında tespitiyle yanlış diyebilmek hayli zor.

Attilâ İlhan’ı dinleyelim: “Cumhuriyet’in getirdiği, ya da pekiştirdiği ulusallık bilinci, handiyse otomatik olarak ümmet bilincini itiyor, ittiği anda yaman bir çıkmazla başbaşa kalıyordu: Türk ulusallığı ümmet düzeyinde Araplıkla ya da Acemlikle bağdaşamazsa, millet düzeyinde Yunanlılıkla ya da Latinlikle nasıl bağdaşacaktı? Mustafa Kemal’in Tarih Kurumu’na yüklediği ilk görevlerden birisi, ‘eski Türklerin medeniyetine’ sahip çıkmaktır. Haklı, yerinde bir sahip çıkış; gel gör ki Orta Asya Medeniyetimiz, ümmet öncesi bir göçebelik medeniyetidir ki (kabile, boy medeniyeti) millet döneminde, nasıl aynen sürdüreceksin? O zaman, üzerinde yaşadığımız toprağın, tarih boyunca sahne olduğu bütün medeniyetlere sahip çıkıyoruz: Hititler, Urartular, Karyalılar, Lidyalılar, Frikyalılar, v.s. Yalnız bir dakika, o yılları yaşayanlar bilecektir: Anadolu’da gelmiş geçmiş bütün medeniyetlere sahip çıkılıyordu da, Selçuklu/Osmanlı medeniyetine biraz (sadece biraz mı Sayın İlhan) ‘yan oturuluyordu’. Attilâ İlhan’ın ömrü boyunca kurtulamadığı girdabın en büyüğü Mustafa Kemal meselesindedir. O’na göre, Mustafa Kemal; sütten çıkmış ak kaşıktır, kusursuzdur, hatanın ve sapıtmanın tamamı İsmet İnönü’dedir. Mustafa Kemal, Batı’dan uzak milli ve yerel bir medeniyet telakkisi peşindeymiş de, bu idealin yönünü Batı’ya İnönü çevirmiş. Hatta Attilâ İlhan’a göre ‘komprador’ kültür taklitçiliğinin yolunu açan da ikinci adamdır. İkinci Adam, Şevket Süreyya’ya göre; İsmet İnönü.

Şu satırlara dikkat: “Anadolu’da oluşmuş bütün medeniyetlere sahip çıkacaksak, en uzun süreni, en güçlüsü Selçuk/Osmanlı medeniyetine, neden sahip çıkmayacakmışız bakalım? Gericilik/ilericilik sorunu, o medeniyete sahip çıkıp çıkmamak şeklinde konulamazdı; nasıl olsa sahip çıkacaktık da tartışma aynen mi sürdürülmeli, eski şekline mi döndürülmeli, yoksa laik, liberal ve burjuva yeni bir ulusal bileşime mi ulaştırılmalı diye olacaktı. Hemen anladığınız gibi, Selçuk/Osmanlı medeniyetini aynen sürdürmek yandaşları ‘tutucu’, eski haline götürmek yandaşları ‘gerici’, ulusal bir bileşim yandaşları ise ‘ilerici’ydiler. Peki, ya o medeniyeti ‘külliyen’ reddedenler? Biliyorsunuz, ben onlara ‘komprador ilericileri’ adını taktım.”

Tarihi Yeniden Yazmak

Evrensel Kültür palavrasını ‘Hristiyan, beyaz ve Batılı bir kültür emperyalizminin misyonerleri üstlenmiştir.” diyen Attilâ İlhan, Batı karşısında şahsiyetli ve itidalli davranırken, birçok yerde ‘Batılı olmalıyız’cılardan. Bu bir tezat mı? Sanmıyorum! Tefekkürün olmadığı yerde ‘ya tekrar vardır, ya da çaresizlik.’ O’nun ki, çaresizlikten doğan Batılılaşmadır. Bu da nasıl oluyor diyenleri duyar gibiyim! Oluyor işte, hem de bal gibi. Batı’ya reddiye düzen de O, Batılıyız nidâsını atan da! Çünkü Batı olmadığı zaman, boşluk ne ile dolacaktır? Kendi medeniyet ve inşâ hamlemiz nasıl ve ne şekilde başlamalıdır? Bu suallerin cevabı tefekkürde ve tabii olarak mütefekkirde! İşte Attilâ İlhan’ın krize girdiği tam da burasıdır. Tefekkür yok, tefekkür yoksa ‘yeni şeyler’ söyleyebilmenin mümkünatıda yok! O, iyi bir tetkik adamıdır.