Merhaba değerli dostlar;

Geçen hafta başladığımız önemli konularla ilgili sohbetimize devam etmek istiyorum.

Eğer gündeme takılırsak seçimle geçim arasında sıkışıp kalıyoruz. Çünkü seçimleri de genellikle geçim için yapıyoruz. Gerçi bu seçim de farklı olarak beka sorunu öne çıkmıştı.

Birkaç gün önce ulusal gazetelerin birinde önemli bir İslam âlimi olan bir zat iktidarın yapıp ettiklerinin sürekli eleştirildiğini, ancak ne yapılması gerektiği konusunda bir şey söylenmediğinden dertliydi.

İktidarı eleştiren iki kesim mevcut. Bunlardan bir kesim muhalif taraftan olup, genellikle iktidar yandaşlarının hırsızlık ve yolsuzluklarından bahsederler. Diğer kesim yani aslında iktidar yanlısı olup, başkana toz kondurmadan ülkenin, özellikle de gençliğin içinde bulunduğu durumdan bahisle manevi hayatın her geçen gün irtifa kaybettiğini, gelecekle ilgili kaygılarını dile getirirler.

Bizim de eleştirilerimiz aslında bu ikinci kesim içinde değerlendirilebilir. Gerçi ben ne iktidar yanlısı ne de başkana toz kondurmama yanlısı olarak görüşlerimi sizlerle paylaşıyorum.

Gelelim konumuza:

Geçen hafta anayasa ya 1937 de konulan laiklik ilkesinin toplumun içine düşürüldüğü girdabın asli sorumlusu olduğunu, ancak bu konuda toplumun türban konusunda gösterdiği hassasiyeti göstermediğini belirtmiştik.

Aslında laiklik ilkesinin anayasamıza konulmasından daha önce toplumsal direncimizi zayıflatıp, öncelikle toplumu iki ayrı bakış açısına sahip bir millet haline getiren bir çok uygulama hayata geçirilmişti.

Saltanat ve hilafetin kaldırılması ile toplumun bir kısmı modern bir devlette yaşama sevinci yaşarken, diğer yanda şehir şehir, bölge bölge savunarak, akabinde Sakarya da, ve büyük taarruzda düşmanın üzerine Allah Allah nidaları ile korkusuzca atılan bu vatanın has evlatları bir anda Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi” Öz yurdunda garip, Öz vatanında parya” haline düşürülüverdiler.

Asıl garip olan nedir bilir misiniz? Gücü bu kadar seven, adeta kutsayan bir anlayışın yüz yıllar boyunca bir çoklarının peşinden koştuğu, Osmanlı yıkılırken bile bütün dünyanın en çok rahatsız olduğu hilafeti, yeni  devleti kuranların ellerinin tersi ile itmeleri olmuştur. Halbuki hilafet gibi Hindistan’dan  Çin’e, Afrika’dan Amerika’ya kadar olan coğrafya da etkili olan bir makamın nasıl böyle kolayca kaldırıldığı sizce de anlaşılabilir bir durum mudur?

Aslında hilafet ve saltanat kaldırılırken kılını kıpırdatmayanlar akabinde gelişen olaylarda artık yapabilecekleri çok fazla şeyin kalmadığını görerek ne kadar dertlenseler de, bu onların mahşerde niçin Allahın dinine yardım etmedikleri sorusuna muhatap olmalarının önüne geçemeyecektir.

Hep söyleye gelmişimdir. Başkalarının ne yapıp ettikleri beni fazla ırgalamıyor. Asıl bizler yani kendisini İslam kelimesi altında ifade edenler ne yapıyoruz ona bakmalı.

Anayasa da bulunan devletin dini İslam’dır ibaresini kaldırmak aslında sadece bir hükmün kaldırılmasından çok öte anlamları olan bir şeydi. Böylece bir çok uygulamanın önü açılmıştı. Bin yıldır içinde yoğrulduğumuz şer’i hukuk bir anda kaldırılıp, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden hukuk sistemleri ithal edilivermişti. Aslında bunlar yapılırken insanlarımızın çoğunun uzun yıllar haberi bile olmamıştı. Çünkü toplumun büyük çoğunluğu köy ve kasabalarda yaşıyordu ve haberleşme imkanları neredeyse yok gibiydi.

Ankara da bir grup insanın şehirlerden belirlediği ve milletvekili payesi verdiği kişiler eliyle yapılıyordu tüm bunlar. Tam bir oldubittiydi aslında.

Tüm bunlar olurken Osmanlı terbiyesi ile büyümüş, bir çok cephede İslam'ın sancağını yere düşürmemek için canı pahasına savaşmış anlı şanlı paşalar, yazar çizer takımı nasıl olduysa üstlerine ölü toprağı serilmişçesine sessiz kalmayı yeğlemişlerdir.

Bu sessizlik yeni devleti kuranları daha bir cesaretlendirmiş, inkılap denen uygulamaları bir biri ardına hayata geçirivermişlerdi. Fesi çıkarmam, şapka giymem diyen birkaç yiğidi ise gözdağı olsun diye şehir meydanlarında sallandırıvermişler, necip milletimiz de sadece gözyaşı dökmekle yetinmişti.

Tevhid-i Tedrisat kanunu ile güya modern eğitime geçilmiş, modernliğin simgesi olarak karma eğitim ve kızların başı açık ve mini etekle okula gelmeleri sağlanmıştı. Bu nedenle uzun yıllar muhafazakar kesim özellikle kızları okula göndermemiş, köyden şehre göçün yoğunlaştığı 60’lı yılların sonundan itibaren özellikle bir kısım şehirli genç kızın üniversitelere baş örtüsü ile girme isteği ile gündemimize önce baş örtüsü daha sonda da türban girivermişti. Kırk yıllık uğraş sonucu baş örtüsü ile eğitim imkanı kazanılması ise tam bir zafer gibi sunulmuştur topluma.

Hâlbuki bu toplum bin yıl önce şereflendiği İslam sayesinde sadece kadını, kızı değil erkeklerinin de başları örtülüydü.  O hep eleştirdiğimiz, istihza ile baktığımız Arap toplumlarına bir bakın, Kadınları baştan aşağı örtülü iken, erkekleri de hala her mekan da entari giyiyor ve bundan da hiç rahatsızlık duymuyorlar.

Bizde ise çok az sayıda namaz kılanın çok daha azı camiye giderken, gidenlerin de bir çoğunun kıyafeti namazın şartlarından olan avret yerlerinin örtülmesi şartına uymuyor. Allahın haram kıldığı avret yerlerini tam örtmeden camilerde Müslümanlar namaz kılıyorlar.

Namaz bazılarımızı neden tüm kötülüklerden alıkoymuyor acaba!

Bu haftalıkta bu kadar, biraz bu konularda tefekkür edelim, tekrar görüşünce kadar sağlıcakla kalın.