Geçen hafta hayatımda ilk defa (500 sayfalık bir kitabı) bir hafta gibi zaman sürecinde tamamladım. Hemşehrimiz Sadık Usta’nın kaleme aldığı ve 5. Ciltten oluşan bu kitabı özellikle felsefe severlere tavsiye ediyorum. Ancak, içeriği ağır gelebilir. Zaman zaman kitabı ‘fırtatmak’ istedim, zaman zaman da iyiki okumuşum dediğim bu kitapta şöyle bir tespit yazılmıştı. İsterseniz önce bu tespiti aktarayım, sonra da yorumumuzu yapalım inşallah!“Bize gözlemle malumdur ki cehalet, karanlık yayılan memlekette ilmin de ehlin de itibarı yoktur. Ama medeni beldelerde ilim ve irfan sahipleri o beldenin sahibi ve maliki olur. İrfanlı millet kendi vatanında sahip ve malik olduğu gibi diğer memleketleri de etkisi altına alıp orada emir sahibi ve sultan olur. İrfan her bir hazinenin kilididir. İrfan erbabı tabiat hazinelerinin sahipleridir. İlim ve irfan hiçbir yerde garip gelmez. Nerede olsa o yerin efendisi ve reisi olur.

“Yeryüzünde insanlar iki türlüdür.

Birinin aklı var dini yok,

Biri de dindardır ama aklı yok.” (Kaynak Ebu’l Ala el Ma’arri, El Lüzummiyyat,yay.haz RUBAİLLER) der

İşte mesele tam da burada kilitleniyor, insan çift kanatlı kuş olmalı ve hem aklı, hem de basireti ile hareket etmeli. Çünkü, Cenab-ı Allah insanlara hem beş duyu organını vermiş, hemde gönlüne duyu organları koymuş ki, kalp gözü ile görebilsin. Peki bu nasıl olacak, konuyu açalım?

İLAHİ HAKİKATLER

İrfan, insanların iç alemleriyle elde ettikleri sezgi ve duygu yoluyla öğrendikleri ilahi ilim ve hakikati bilmek.

Yanılmıyorsam Bediüzzaman bu konunun derinliğine 30. Sözde giriyor. Orada, tabiatı okuyarak tefekkür eden insanların kalp gözlerinin de açılacağını söylüyor.(Bu konuda detaylı yazacağım inşallah!)

Şunu söylemek istiyorum, felsefeciler aklı kutsallaştırarak, basireti veya kalbi devre dışı bırakırlar. “Oysa ilim, sadece akıl ve zihin hamallığından ibaret kalmamalıdır. Bunun için ilmin hikmetle aydınlanmış bir gönül süzgecinden geçirilerek hazmedilmesi îcâb eder. Ancak bu takdirde ilim, bir üst safha olan “irfân”ın neşv ü nemâ bulacağı, âdeta bereketli bir toprak hâline gelir.

Cenâb-ı Hakk’a vâsıl etmeyen, tefekkürde incelik ve derinlik kazandırmayan, Rabb’in aşk ve muhabbetini tattırmaya yaramayan mâlumatlar, ancak kuru bilgi kalabalığından ibârettir. Şâir Fuzûlî’nin dediği gibi.(Kay.O.Nuri Topbaş)

BİR KISSA

Ferîdüddîn Attar Hazretleri, meşhur eseri Tezkiretü’l-Evliyâ’da bir kıssa nakleder: Bir gün bir âlim, Dicle kenarında karşıya geçecek bir gemi bulamaz. Bu esnâda talebelerinden Habîb-i Acemî gelir ve niçin beklediğini sorar. Âlim: “–Karşıya geçmek istiyorum, lâkin gemi yok!” der. Ârif biri olan Habîb-i Acemî ise: “Ey üstad! İlmin çok ise, hasedi gönlünden gider. Dünyadan kalben uzaklaş, iptilâları ganimet tut ve bütün işleri Hak’tan bil. Böyle olduğun takdirde ayağını suya vur ve geç.” der. Sözlerinin ardından da ayağını suya basıp karşıya geçer.

Âlim zât, talebesindeki bu hâli görünce ağlar ve kendinden geçerek yere düşer. Kendine gelince der ki: “Habîb, benim talebemdir. Su üstünden yürüyerek karşıya geçti, ben ise kıyıda kaldım. Eğer yarın Sırat köprüsünden de cümle halk geçip ben kalırsam hâlim nice olur?!”

Daha sonra bu âlim zât, Habîb-i Acemî’yi bulup kendisine; bu mertebeyi nasıl elde ettiğini sorar. Habîb ise şu veciz karşılığı verir: “Ey üstad! Ben gönül ağartırım; sen ise kağıt karartırsın!..” İşte gönülleri Kur’ân ve Sünnet’in bilgisiyle, yâni hikmetle nurlanarak irfâna ermiş olanlar, hem kendilerinin hem de etraflarında bulunanların gönüllerini aydınlatırlar. Ebedî huzur ve saâdetin yolunu gösteren hidâyet kandilleri olurlar. Lâkin ilmini bu safhalara intikal ettiremeyen sığ idrakler, takılıp kaldıkları noktada kendilerini ne kadar bilgili zannetseler de, hayat ve kâinat muammâsındaki ilâhî sırları çözemezler…”

Bu sırra ermek ise ancak Allah’ın, aşıklara verdiği bir hediye mi desem bilmiyorum, Rab’bim kalp gözümüzü inşallah açar ve arif insanlardan oluruz.

Kalın sağlıcakla