Birlik, dayanışma ruhu toplum yaşamı için çok önemli. Şair bu nedenle, yüreklerin toplu vurmasını ister… Mehmet Daşçı’nın makalelerini severek okurum. Dünkü yazısında diyor ki; “İnsanın kendisini tanımlayabilmesi için yaşadığı yeri yani memleketini bilmesi, tanıması gerekir. Her tohum toprağında biter; her insan da bir medeniyetin ürünüdür. Bugün gelinen noktadan memnun değilsek, toprağımıza karışanayrık otlarını temizlemek, anlayanların, dertlilerin görevi olmalıdır…”   Evet, son dönemde bu konuda dertlilerin olduğunu görmekteyiz ancak ayrık otlarını nasıl temizlememiz gerek? Peki İslam topluma olarak bize ne oldu. Ya da Osmanlı’ya ne oldu da, parçalandı. Hergün akan gözyaşı ve insan katliamlarıı karşısında, kendimizi sorgular duruma düştük! Bugüne kadar bu konuda okuduğumuz tarih kitaplarını hep bizden birinden dinledik. Acaba yapancılar içine düştüğümüz durumu nasıl görüyorlar? Yazar Frank Giriffel(Sabah Ülkesi Dergisi) araştırmış,  bu dergide bu değerlendirmeyi  şöyle yapmış: “17. yüzyılın son on yılları modern Avrupa tarihindeki son derece önemli iki olayın başlangıcını içinde barındırmaktadır:  Batının aydınlanma düşüncesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri yenilgisi. Bu andan itibaren Avrupalılar, kendi tarihlerini bizim “modern” olarak tanımladığımız şekilde düşünmeye başladılar. Tarihi sürekli bir ilerleme olarak gördüler, onu giderek artan bir rasyonelleşme, özgürleşme ve de maddi servetin yaratımı ve siyasi gücün genişlemesi şeklinde anladılar. Buna mukabil, İslam dünyasına baktıklarında ise yalnızca gerileme görüldü.(Burada öz güven kaybına dikkat çekmek istiyorum)   AVRUPA BİZE HEP EZELİ DÜŞMAN GÖRMÜŞ Giriffeller şöyle devam ediyor yazısına; “Ortaçağların başından itibaren orta Avrupalılar İslam’ı, Avrupa’nın ezeli düşmanı/rakibi olarak gördü.  1683’te Türklerin Viyana kuşatması —1526’daki ilk Türk kuşatmasının bir benzeri— orta ve doğu Avrupa ordularının, birkaç yıl içinde Balkanlar’daki Osmanlı topraklarının neredeyse yarısının kaybedilmesine yol açacak olan başarılı bir karşı atağına yol açtı. 17. yüzyıl sona ermeden evvel, İslam orduları orta Avrupa ülkeleri açısından artık bir tehdit oluşturmayacaktı. 1920’de Şam’ın kapıları önündeki Maysalun Savaşı’ndan sonra Türkiye, İran, Afganistan ve Arap yarımadasındaki bazı prenslikler hariç tüm(Bizim Kurtuluş Savaşı diye isimlendirdiğimiz yıllar) İslam ülkeleri Avrupalılarca yönetilmeye başlandı. Frank yazısının sonunu şöyle bağlamış: “20. asrın ortalarından dünyaya bakıldığında, İslam’ın gerileyişi açıkmış gibi görünüyordu. Sanayileşme önce İngiltere’de başlamış ve o zamana değin neredeyse tüm Avrupa ülkelerine yayılmıştı. Ancak 1950’li yıllarda henüz tek bir İslam ülkesi dahi sanayileşmemişti. Sanayileşme bazı Müslüman ülkelerde henüz baş göstermeden bu süreç orta Avrupa’da çoktan tamamlanmıştı. Buna binaen, 1940’larda Müslüman dünyanın büyük kısmı Avrupalıların hâkimiyeti altındaydı ve İslam dünyasının bir gerileme içinde olduğu açıktı.1700’den bu yana gelişen süreçte gerçekleşen şey İslam’ın çöküşü ya da gerilemesi değil, Avrupa’nın yükselişidir.Tanzimat reformları (1839-76) başladı. Osmanlı İmparatorluğu daha fazla toprak kaybını önlemek için Avrupalıları zafere götüren silahları, örgütlenmeyi ve stratejileri benimsedi. Bu reformlar genellikle “modernleşme” olarak tanımlanmaktadır. Modernliğe girişi simgeledikleri için bu tanım doğrudur. Ancak bu reformlar, askeriye ve toplumun diğer alanlarının “Avrupalılaşma”sı ya da daha çok “Batılılaşma”sı olarak da tanımlanmaktadır. Batılılaşma, sömürge altında olmayan Osmanlı İmparatorluğu’nu etkiledi, fakat İslam dünyasında daha sonra Avrupalıların hâkimiyeti altında giren ülkeleri daha fazla etkileyecekti. Bu, geleneksel İslam toplumlarının melez toplumlar hâline gelmesi demekti Bizzat Müslümanlar, 19. ve 20. yüzyıllarda kendi toplumlarının, Abbasilerin zirvede olduğu döneme kıyasla geride olduğu fikrine inanmaya başladılar. Bazıları Müslüman toplumların ilk zamanlarına dönmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu durum, bizim, bugün hâlen gördüğümüz selefi düşüncenin muhtelif yönelimlerinin doğmasına neden oldu. Diğerleri ise Batılı usullerin, bazı İslami unsurlarla meczedilerek, tamamen benimsenmesinin Müslümanların ihtişamının geri dönmesini sağlayacağını düşünüyordu. Her iki yaklaşım da, bana kalırsa, yanlıştır” Evet yazı böyle bitiyor.  Şimdi ise batı değerleri çöküyor, batıyor, bizim değerlerimiz  yükseliyor. Peki çıkış nedir? İçimizdeki ayrık otlarını ayırmamız gerekiyor. Yani yabanı değerlerinden uzaklaşmalıyız. Evet, şu anda dünya değişiyor, zenginlikler çoğalıyor ve fakat paradoksal(görünüşü doğru, aslı yanlış olan) olarak insanlık aşağı iniyor, azalıyor. Şan, şöhret, para şehveti insanı tuttu götürüyor. Biz ise kökümüze dönme çabası içindeyiz. Batı da, “insanlık” denilen anayurt dağılıp yok oluyor.  Bunun için biz, Kur’ana sarılmak ve özümüze dönmekten başka çaremiz yok, yok, yok. Kalın sağlıcakla.