ÖYKÜ YARIŞMASI
Merhaba sevgili edebiyat sever dostlarım. Bir aylık bir aradan sonra, yine “Salkım Söğüt Edebiyat  Sayfalarında” birlikteyiz. Geçtiğimiz bir ay içinde edebiyatla ilgili gerçekleştirdiğimiz veya tanıklık ettiğimiz olayları kısaca sizlere hatırlatmak istiyorum.
Basımını ve dağıtımını bitirdiğimiz “Her Yanım Çığlık” isimli Deprem Şiirleri kitabımızdan sonra, ulusal  ölçekte ve ödüllü olarak planladığımız “Deprem Ve Yaşam” konulu Öykü Yarışmasının basın duyurusunu, Kahramanmaraş basınının güzide temsilcilerinin huzurunda, 16 Eylül Cumartesi günü Mesder binamızda yaptık. Bu yarışmamızın sponsorluğunu üstlenen Mado yetkililerine de buradan teşekkürlerimizi sunuyoruz.Yazarlarımız, öykü yarışmasının katılım koşullarını derneğimize ait;  www.mesder.org.tr adresinden öğrenebilir, başvuru formunu da aynı adresten indirebilirler. Öykülerle birlikte başvuru formları ise [email protected] adresine gönderilecektir.
2 Eylül Cumartesi günü “Yaşayan Değerlerimize Saygı”  programlarımızdan ikincisini gerçekleştirdik. Konuğumuz, çok değerli Ahmet YÜZEROĞLU Abimizdi. Ramazan AVCI Bey’in sunumu ile Ahmet Abimizi dinledik. Öğretmenlik yıllarında yaşadığı olaylar, çoğu kez hepimizi duygulandırdı ve gözlerimizi yaşarttı. Allah’tan bir mani olmazsa, üçüncü konuğumuz 14 Mayıs Cumartesi  günü saygıdeğer  Mustafa KÖK Abimiz olacak. Bu tarihte tüm dostlarımızı Mesder binamızda ağırlamaktan mutluluk duyacağız.
Eylül ayı içerisinde üyelerimizden üç arkadaşımızın daha yeni kitapları çıktı. İlki; eğitimci arkadaşımız Yaşar ŞAKALAR’ın “Gül Vakti” isimli şiir kitabı. İkincisi; Hanifi YILMAZ  kardeşimizin şiir kitabı “Bülbülün Terennümü”. Üçüncü kitap ise; eğitimci şair, yazar Zekeriya ÇAKABEY  hocamızın “Kırık Düşler” isimli şiir kitabı oldu. Hepsinin de emeğine, yüreğine sağlık, okuru çok olsun inşallah.
Hepinize iyi okumalar diler, saygılarımı sunarım.
Lütfi BİLİR
MESDER Yön. Kur. Bşk.

Âmâlı Çiçek Türküsü
Aşık Veysel’e
göğe türkü ektim savruldu akşam
eledim bozkırı toz-duman akşam
âmâlı bir çiçek gibidir dağ taş
bahta sardım yâri döküldü akşam
sazımanka kuşu çırpınır kor'da
gözlerimateş-ten kül oldu akşam
sızılı bir yol var sırattan geçer
ağıtlariçimde sırlandı akşam
yüzüm toprak kokarkanlansın lale
sadık kaldım yâreçekildi akşam
aşığagece uzun yürürüm içre
aşkın güneşiyle yanarımakşam
Yasin Mortaş
KISA ROMAN MI? UZUN ÖYKÜ MÜ?
Gözlerimizin önünde yeni bir tür doğuyor: Novella. Yani kısa roman, belki uzun öykü, ya da öyküden biraz uzun, romandan azıcık daha kısa olan! Edebiyatın kendiliğinden saptığı bu yol, belki bir yandan sosyal medyanın kısa zamanlı algısıyla uyum içerisinde, okur isteğini karşılıyormuş gibi görünürken, diğer yandan şaşırtıcı biçimde üst edebiyat dediğimiz alanın içine yerleşiyor; sadeleştirilmiş, kompakt hale gelmiş metinler sunarken daha yüksek bir okuma zevki vaat ediyor. Dil ve biçim, estetik ama estetize edilmemiş; kahraman derinlikli ama kahraman değil; sınıf bilinci yüksek ama ideolojilere kapılmayan; gerçekçi ama klasik anlamda toplumcu gerçekçi değil! Ve nihayetinde kısa ama kısa değil! Peki nedir novella?
Bugün dünya edebiyat klasikleri arasına girmiş romanlara baktığımızda yüzde 80’inden fazlasının 400 bin kelime sayısını aştığını görürüz. 400 bin! Kulakta çılgınca çınlayan bir rakam! Sözgelimi, Marcel Proust’un efsane romanı Kayıp Zamanın İzinde 3 bin 16 sayfadır. Ya da yine büyük hacmiyle göz dolduran Sefiller’in içine Victor Hugo dünyanın bilinen en uzun cümlesini yerleştirmiştir; tam 800 kelimelik bir cümle! Örnekleri öylesine çoğaltabilirim ki, bir süre sonra uzay boşluğunu matematiksel verilerle anlamaya çalışan insan zihninin boşalması gibi, her şey anlamını yitirmeye başlayabilir. Rakamlar bir süre sonra anlamsız gelir insan zihnine, evet, ama ya böylesine uzun romanları okumak... Eğer bir edebiyat bilgisinden, bir edebiyat sevgisinden söz edeceksek, Sefiller’i okumamış olmak, Savaş ve Barış’ı, Karamazov Kardeşler’i ya da İnce Memed’i okumamak kabul edilebilir değildir. Elbette biliriz ki, uzunluk bir romanın olumlu ya da olumsuz özelliği olamaz. Ama romanın tür olarak doğduğu günden bugüne gelişine baktığımızda, olayların, yaratılan karakterlerin, doğa ve ruh betimlemelerinin uzun uzun anlatılmasının, anlatılabilmesinin o metne bir oturaklılık kazandırdığı düşüncesinin içimizde yaşadığı da aşikar. Gelgelelim zaman değişiyor, edebiyat eğilimleri, türler, türsel sınırlamalar birbirini değiştiriyor. Ve gözlerimizin önünde yeni bir tür doğuyor: Novella. Yani kısa roman, belki uzun öykü, ya da öyküden biraz uzun, romandan azıcık daha kısa olan!
Yanlış anlaşılmasın, artık uzun romanlar yazılmıyor demiyorum. Bilakis, çoğu eleştirmen ve okur kitapların gereksiz, yersiz bir şekilde uzun olmasından şikayetçi. Knaussagard’ın, son zamanlarda edebiyat dünyasında fırtınalar estiren Kavgam’ı, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinden daha uzun. Ya da her yıl Nobel alması büyük bir hevesle beklenen, çok ama çok sevilip okunan Haruki Murakami, 1Q84 başta olmak üzere, uzun romanlar yazıyor. Kitapçıların vitrinleri tuğlayı andıran çoksatanların sütunvari yerleştirmeleriyle süsleniyor. Ama başta Avrupa edebiyatı olmak üzere, tüm dünyada ve Türkiye’de novellanın yükselişe geçtiğini görmemek mümkün değil. Edebiyatçılar arka arkaya novellalar getirip bırakıyorlar dünya edebiyatının içine. Sadece novellalar yazan genç edebiyatçılar var artık. En son İngiltere’de ilk defa bu yıl Novella Ödülleri’nin verilecek olması da bu yükselişin en önemli göstergelerinden biri. 
Peki nedir novella? Novellanın tanımına baktığımızda, bir muğlaklık söz konusu. “Öyküden uzun, romandan kısa.” Birkaç paragraflık öyküler de var, roman denen kısacık anlatılar da. Hugo Ödülleri bu muğlaklığı aşmak için 17 bin 500 ile 40 bin kelime arasında yazılan romanı novella olarak kabul ediyor. Biraz önce sözünü ettiğim Screen School of Liverpool John Moores Üniversitesi ve Manchester Metropolitan Üniversitesi'nin ortaklaşa başlattıkları ilk Novella Ödülü'nün kriterlerine ilişkin çalışmaya göre de, bir kitabın novella olarak kabul edilebilmesi için 20 bin ila 40 bin kelime arasında bir uzunluğa sahip olması gerekiyor. Bu sayılara bir de tartışma eklemek isterim. 2011 yılında Booker Ödülü’nü alan Julian Barnes’ın kitabı Bir Son Duygusu’nun novella olup olmadığına tam karar verilememişti. (Barnes’ın romanı kendi dilinde 176, Türkçe çevirisinde 160 sayfaydı.) Okurun aklına ister istemez bir romanı novella yapan sadece kelime sayısı mıdır, sorusu gelecektir. Değil elbette. Nasıl ki öyküyle roman arasındaki fark uzunluk ya da kısalık değilse, romanla novella arasındaki fark da kelime sayısıyla belirlenemez sadece. Novellanın içeriğinde onu romandan ayıran birtakım özellikler var. Bu özelliklere geçmeden önce bu taze tartışmaların kaynağında yatan novellanın neden bu kadar ve neden şimdi ön plana çıktığı üzerinde durmak gerekiyor. 
 
Her şeyi yutan roman
Başlangıçta "yeni" bir tür doğuyor, demiştim ama novellanın tarihi aslında romanla eş. Uzun hacimli romanların yanı sıra edebiyatçılar her zaman kısa romanlar, novellalar da kaleme alıyorlar. İlk novella için Bocaccio’nun Decameron’una kadar geri gidebiliyoruz. Hemen bütün usta yazarların kısa romanları var. Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü, John Steinbeck’in İnci’si, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı kitabı, Thomas Mann’ın Venedikte Ölüm’ü, Ernest Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz’i, Truman Capote’nin Tiffany’de Kahvaltı’sı ya da George Orwell’ın Hayvan Çiftliği adlı eseri, Marguerite Duras’nın Sevgili’si bir çırpıda akla gelen örnekler. Gelgelelim kısa metinlerin, novellanın bir parça da olsa saygınlık kazanmaya başlaması, tercih edilebilir bir tür olması bizim zamanımızı buluyor. Bu saydığımız örneklerdeki yazarlar özellikle novella yazmak için, bir tavır olarak oturmuyorlar kağıdın kalemin başına yani, sadece hikayeleri bunu gerektirdiği için kısa yazıyorlar. Ya da en azından kendilerinin özellikle dile getirdikleri bir tavır, bir durum söz konusu değil. Bir de bunun en uzunundan en kısasına, romandan denemeye, eleştiriden öyküye edebiyatın her türünde kalem oynatabilen, “olması gereken” edebiyatçı kimliği algısıyla da ilgisi var şüphesiz. Kendi türünü belirleyip ondan hiç dışarı çıkmayan edebiyatçı da, her türde kalem oynatan da aslında türlerin kesin ayrımlarına, sınırların belirlenmesine hizmet ediyor bir anlamda. Oysa novellanın bize işaret ettiği başka ve çok önemli bir şey var; türler arası sınırların giderek silindiği… Tıpkı zaman algısının değiştiğini işaret ettiği gibi…
Evet türler arası sınırlar giderek siliniyor. Şiirin dili öykünün ve romanın içine sızıyor, onu bir anlamda estetize ediyor, öyküsel anlatımı içinde taşıyan şiirler seviliyor, “ben anlatıcı”nın öyküye ve romana girmesi deneme türünün yavaş yavaş gözden düşmesine yol açıyor. Öykü ya da roman demek yetmiyor, kısa öykü, kısa kısa öykü, seri roman, kısa roman vurgusuna gereksinim duyuluyor. Romanın bir tür kara delik gibi hemen tüm edebi türleri içine çekişini, yutuşunu izliyoruz çünkü. Ancak bu çekim gücü türleri kuvvetle değiştirip dönüştürürken ister istemez roman türü de bir tür değişime uğruyor. Kanımca novellanın yükselişi her şeyden öte, bunun bir işareti. 
GECENİN SABAHA TESLİMİ
Hiç ölmeyecek gibi..
Yaşarken hayatın seyrini
Med-cezirdi sanki gündüzler
Rızkın sır dolu buluşmaları
Nasıl da kutsuyor, alın terlerini
Güzelliği yaşanır paylaşımı tatmanın
Bir zeytin, bir hurma da olsa
Zorlukları atılır, tüm yorgunlukların
Sevinçlere neş'elere bir bak!
Fıtratın her yüzüne yakışan
Muhteşem gülümsemeler seyredilir
Sadaka dağıtır mutlu bakışlar
Ni'metin her demine şükredilir
Yarın ölecek gibi..

Hayatın seyrini yaşarken
Mağlup düşer eceller zamana
Kaderin sarp kayalıklarından
Teslimiyet yayılır, elemli imana
Paylaşmak acıları hafifletirken
Kederlere, hüzünlere bir bak!
Acılar yerleşir yüzlerine fıtratın
Ölümler kaçırır ağzımızın tadını
Ağıtları türkü diye
Feryatları gazel diye dinledim
Amel defterime baktım inledim

Mülkün Sahibi'ne ne arzedeyim
Mücrim ellerimle dua edeyim
Rahman'dan kuluna mühlet verilir
Bütün canlar tek tek, geldiği yere
Ecel kapısından hep sevk edilir
Taşıdım ne varsa, kazandıklarım
Gecenin derin sessizliğine
Sevinçlerimi, kederlerimi
Hayırlarımı ve şerlerimi

Aczimi bildim, zamana hükmüm yok
Kendimi bildim, nefse yenilgim çok
Arınmak istedim, Nasuh ile ben
Yeniden doğmanın masumiyeti
Islatsın hiçlik sunan secdelerimi
Neyim varsa gönderdim mağfirete
Umutlarımı, dualarımı yükledim
Seher vaktinin cömert ikramlarına
Melekler devrederken nöbetlerini
Gecenin sabaha teslimini seyrettim
Fırsatı verene, tekrar hamd ettim
Fırsatı verene, tekrar hamd ettim
Hanifi YILMAZ 
YAŞAM DALLANIRKEN
Gölgem sere serpe uzanmış güneşin önüne
Tenimde bir sabah yeli dolaşır yavaştan
Ve eriyip giderken zaman durmadan
Benden neden bu kadar uzaktasın ki?
Usumun bir sancısıdır sanki bu beni ürküten
Uçan kuşlar gibi de kanatlanmak ister gönlüm
Ve bulutlar ne kadar da çoklar böyle
Önümü kesen çıkmazlar gibi
Şu külrengi binalar
Şu üzeri sisli şehir
Ben miyim buradaki insan
Ya ötekiler, neden benzemezler bana ki?
Birazdan, çok uzak değil şu karanlık
İçim daraldıkça daralıyor, nefesimi saydıkça
Ne yana dönsem bir acı ya da açlık kokuyor
Bunca zenginlik keyif çatarken, ezerken zayıfı
Düşüncemin bir sancısıdır tüm bunlar
Kapatsam da yollarını duvarlar örerek
Yine de bir çıkış buluyorlar
Bir türlü kendimde kalamıyorum
Gölgem sere serpe
Tenimde terin
Şu geçip giden de kim
Her yerde gördüğüm sen
Ve insan denen şu yaratık
Alınma sakın
Farklı olmasaydın
Sever miydi bu yürek
Birazdan yine
Uyuklayıp kalacak bedenim
Uyanamasam
Bir dua ile kapatacaklar geçmişimi
Sen sevdiğim
Belki birkaç gün
Ya da ay
Hadi diyelim yıl olsun
Yazdıklarım için ne desem ki
Sevilmeleri gerek
İstenmeleri tekrar tekrar
Ve ses getirmeleri
Bir yaşam öyküsü böyle dallanır işte
Sonrası bir yılan kıvrımı
Bir gül açtısı
Mezar taşı süslü olmuş neye yarar.
Yalçın Yücel

 
YOLDAŞSIZ VE ÇOBANSIZIZ
Şair Ali akbaş bir mısraında; “Çoban bile bizden yoldaşlı” diyordu. Dünya fırıldağının altında bizler, onlarca nefsi kaygılarımızla yaşarken, acaba yoldaşlı mıyız / çobanlı mıyız?
Dünya kalabalığının milyarlarla sayıldığı eksende; para kazanma çabasında ihtirasların arttığı, makam elde etmek için değerlerin yitirildiği, itibar bulma yolunda kullara kul olunduğu bir çağda yaşarken hangi hâldeyiz? Ailemiz, evlatlarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız mı bizlere yoldaş; yoksa para, makam, itibara taklalar atılan sahte değerler mi yoldaş?
Şair; “Çoban bile bizden yoldaşlı” derken, dünya kalabalıkları arasında sahipsizliğimizi, yalnızlığımızı ne de güzel ifade etmiş. Dünya telaşı ve meşgalesiyle her gün farklı gailelerle uğraşıp dururken idraklerimiz, kendilerimize sormamız gerekirse; bizlere kavi yoldaş olanlar gerçekten evlâtlarımız mı, akrabalarımız mı, arkadaşlarımız mı, ideallerimiz mi?
Mazrufu unutup dünya telaşında hep zarflarla ilgilendiğimizden, yitiklerimiz o kadar çoğaldı ki, değer manzumelerimizi bir bir unuttuk! Yitiklerimiz var; aşkı, sevgiyi, sevdayı unuttuk... Uğruna ölmeyi tercih ettiğimiz, güzel gördüğümüz kutlu ülkülerimizi, mefkûrelerimizi eskittik… Büyüklerimize saygımızı, sevgimizi kaybettik… Yitiklerimiz var.
Dün bizlere önderlik eden kutlu bilgeler vardı. Kutlu ideallerimizi yeşerten bahçıvanlar, idraklerimize yol yordam öğreten ustalar vardı.. Bugün onların sayıları o kadar azaldı ki, âdeta kıyılara vuran şaşkın balıklara döndük. Dağıldık, çözüldük; şimdi bir toplayanımız bile yok!...
Eşref-i mahlûkatın en soylusu olarak yaratılan biz insanlar bu vaziyette yaşarken, bir türlü yerine getiremediğimiz nelerin bedelini ödüyoruz da bugün yoldaşsız ve çobansızız? Sürüsüne tuz yalatıp suya salan, arkasından yanık bir kaval nağmesiyle sürüyü tekrar döndüren sır nedir? Çobanla sürü arasında kurulan vefa, niçin biz insanların arasında yok? Çobanla sürüsünü kıskanmak mı gerekir?
Çobanlar bizden yoldaşlıysa, bizler yoldaşsız isek, hatta çobansızsak bunun sebebini neye bağlamalı! İştiyaklarımız aşkta, sevgide değilse; ustaları unutmuşsak, sanat, zanaat, edebiyat öğrenmiyorsak, yüreklerimiz Araf’taysa, boşluktaysa buna ne demeli?
Evet, bugün tam da araf hâlindeyiz, ne kendimiz olabiliyoruz, ne bir başkası. Ne doğulu ne batılı; ne kuzeyli ne de güneyliyiz... Biraz ondan, biraz bundan karma, kırma kültürlerle yaşıyor, duruyoruz, ne millîyiz, ne de dinî. Velhâsıl karma karışığız; yalnızız, sahipsiziz, çobansızız ve de yoldaşsız…
Çobansızsak, yoldaşsızsak; bunun sebebini neye bağlamalı? Çoban bulmak için bir çabamız da yoksa yoldaş bulmada yüreklerimiz ses vermiyorsa kime ne diyeceğiz? Kimden medet bekleyeceğiz? Oysa bize hem çoban, hem yoldaş lâzım değil midir? Bu kadar mı dünya gailesine daldık da, çobandan da, yoldaştan da uzağız? Yoksa bu bizlere verilen bir belâ mıdır?
Yalnızlıktan daraldık bize bir Yusuf gerek. Dillerimiz kısıldı, sözlerimizi söyleyecek bir Yunus Emre gerek. Sabır taşına döndük sabretmekten, bize bir Hazreti Yakup gerek. Hatta, türkümüzü çağlar ötesinde söylettirecek Dede Korkut, Pir Sultan, Köroğlu gerek. Gerek, gerek, gerek!...
Yetmez mi dünya telaşında, nefsi kaygılarda dolaştığımız? Yalnız bizler miyiz fâni dünyada yaşayacaklar olan? Bizden sonraki nesillere mefkûreli düşler kurduracak ustalar, bilgeler, sanatkârlar, zanaatkârlar ülkemizde yetişmemeli mi? Yetişmeyecekse, yetiştiremeyeceksek; yalnızlığımız, sahipsizliğimiz, çobansızlığımız ve yoldaşsızlığımız hep bakî kalacaktır. Bunu görmüyor muyuz?
Yoldaşlı olabilmeye bir çoban, bir de soylu sevda gerek!
Celalettin Kurt
HEYBEMDEKİ ISLIKLAR
uyuyakalmazsak biz bu istasyonda
gece on ikiye doğru
hâlâ düşün vagonlar geçiyor olursa
şayet raylarımızın üstünden
heybemizde yarım yamalak ıslıklar
sıkışmış halde bir köşeye
omzumuzdaki söküklere aldırmadan
uzaklar bırakarak gamla kederle
ya da kampanalar ısırırken kirli şehrin
fesleğence konuşanlarını
kara kuru banklarda yara fasikülleri
üfleyeceğiz demektir
kül olmak da iyi bir şeydi
sakıncalı ve legal yüzümüzü
yıkayınca anladım ki
göğsümün tam ortasını kemiren
çetrefil bir anlamsızlıktı bu
gitgide toprağız biz oysa seninle
içimdeki sloganla karşılaşmanın
sıcaklığına
koyu gölgeliklerin bile faydasız kalır
çünkü uykudan uyanır gibi
çalılıklara takılıyor gömleğim
çelik dikenlerle soruyorum sana
bir serçe öksürünce yırtılıyor mu kelimelerin
ve terliyor mu avuç içlerin hâlâ
İlker Gülbahar
ŞİİR
Ne gökteyim ne yerdeyim
Gönül denen tastayım ben
Kalpten kalbe seferdeyim
Bağrı yanık besteyim ben

Ben şiirim doğdum aşktan
Çıktım gönül denen köşkten
Hicran gibi kara taştan
Duygu ören ustayım ben

Bazen naatla başlarım
Ağıtla taşar yaşlarım
Gâh överim gâh taşlarım
His sızdıran testiyim ben

Tezene derdimle inler
Âşıkların kalbi çınlar
Sevdalılar beni anlar
Yüreklerde histeyim ben

Kalp dağına yaslanırım
Hüzün ile beslenirim
Yana yana uslanırım
Demircide örsteyim ben

Gül dalında esen yelim
Didelerden taşan selim
Mızrabın vurduğu telim
Nağmelerde sesteyim ben

Yunus diliyle dilâra
Hallac’ı ben çektim dara
Nesimi’de  bin bir yara
Açan keskin sustayım ben

Nurgül’üm der kimim neyim
Göv başakta ham daneyim
Neyzen ile ağlar neyim
Gönülden kafesteyim ben
Nurgül KAYNAR YÜCE
Haberleri Yok Mu
Sanki altın fışkırmış toprağın her yerinden
Viyana fethedilmiş dönerler seferinden
Çifte davul tutulmuş, gökyüzü mermi kaplı
Ar hattı kırılmışsa, demek yara derinden.
Şehir çökmüş, şehirler çökmüş. Köyde nehirler çökmüş. Kurumuş su yatakları. Balıklar sebil olmuş. İç sızlamaları durduramamış paylaşanları. İnsanların çoğu üzerlerindeki kamuflaj elbiselerini çıkarıp, içindeki gem vurduğu göstermelik görüntüsünden aslına dönmüş. Böyle zamanda her yol mübah denmiş.
Yıkılan evlerin enkazları kaldırılamamış daha. Şehitlerin eti kemiğinden ayrılmamış. Ateşin düştüğü yerin yanıkları gittikçe daha da büyümüş. Çadırlar, konteynırlar, barakalar yaşam alanı olmuş. Dert büyük, acı sonsuz ve çok derin. Kadınlar kocasız, erkekler kadınsız, çocuklar yetim kalmış. El gitmiş, kol gitmiş, can ve canan gitmiş.
Bayram etmiş vurguncular. Alan alana, çalan çalana. Fiyatlar fırlamış yerinden. Kimse utanmamış renginden. İnsanlığını ve inançlarını rafa kaldırmış çokları. Ustalar dili döndüğünce kesmişler fiyatları. Fay hatları anlamış ki kırılan fayların çaresi var ama kırılan arların çaresi yok! Devletin tüm şifa kolu kesilir bir yerlerden.
Tek davul kesmez olmuş düğünleri. Dört yanı düşman kaplı ülkenin, semalarında düğün magandaları kurşun gezdirir olmuş. Dün konvoy olup depremden kaçanlar, yeniden konvoy olup, tur atar olmuşlar kesik kesik kornalarıyla.
Eli yüzü kir içinde, perişan bir kız çocuğu çadırdan çıkmış ağlayarak, “Anne,” demiş hıçkıra hıçkıra, “bunların babamın öldüğünden haberleri yok mu?”
Zekeriya ÇAKABEY
SATIN ALINMIŞ MUTLULUKLAR ÇAĞI
21. Yüzyılın insanı olmak her ne kadar pek çok açıdan avantajlı bir durum gibi gözükse de, maalesef günbegün bizi insan yapan güzelliklerden uzaklaştığımız bir çağda yaşıyoruz. Adı teknoloji olan o sinsi düşman, ne yazık ki evlerimizin içine kadar girip boy veren zehirli bir sarmaşık gibi bizleri esir alıyor ve aile içi iletişimlerimize mani olacak kadar hayatlarımızı olumsuz etkiliyor. Daha da üzücü olan şey ise, hepimiz farkında olsak da, çoğumuz bu girdaptan kurtulmak için yeterince gayret etmiyoruz. Kim bilir belki de tek tuşla istediğimiz her şeye ulaşabiliyor olmak, biz insanları gitgide tembelliğe ve rahatlığa alıştırıyor ve hatta bu konfordan uzaklaşma düşüncesi bile bizi bir hayli korkutuyor. Yaşadığımız veya bulunduğumuz yerde internetin olmaması fikrini asla kabullenemiyoruz. Adeta bir oksijen tüpüymüş gibi, wifi kablolarına bağlı hatta bağımlıyız.
Bir önceki yüzyılın sonlarına şahitlik etmiş olan biz büyükler, eskiden bizi mutlu eden küçük şeylerle çocuklarımızı mutlu edemiyoruz. Çünkü bu kapitalist çağın en büyük tuzağı, bir şeylerin değerinin fiyatıyla ölçülmesi ve ne üzücüdür ki nerdeyse hepimiz bu tuzağa bile isteye düşüyoruz. Teknolojinin hızla geliştiği bu garip çağda, kullandığımız eşyaların bir üst modeli çıktıkça eskisiyle olan sevgi bağımızı derhal koparıp yeni olanın arayışı içerisine giriyoruz ve bu arayışın sonunun olmadığını üzülerek görüyoruz. Materyalist düşünerek yaklaştığımız hiçbir şey, aslında bizi gerçek manada mutlu etmeye yetmiyor. Bir kısır döngünün içinde gibiyiz ve bu döngüden kendimizi kurtaracak insani meziyetlerimizi sürekli geri plana atıyoruz. Her geçen gün, doğadan ve doğal olandan biraz daha uzaklaşıp, yapay ve sanal olanlara yakınlaşıyoruz.
İnsan hem sosyal hem de manevi derinlikleri olan bir varlık olduğu için, tabiatından uzaklaşıp, ona aykırı yaşamaya başladığında, bir süre sonra hem psikolojik hem de bedensel sorunlarla karşılaşması kuvvetle muhtemeldir. Buna benzer bir örneği 6 Şubat depremlerinde yaşadık ve gördük. Doğaya kaldırabileceğinden fazlasını yükledik. Tarım alanlarını yok edip beton yığınlarına çevirdik. Onun da yaşayan, nefes alan bir canlı olduğunu unutup emrimizdeki diğer robotlar gibi, istek ve ihtiyaçlarımıza hizmet etmesini istedik. Sonunda doğa bize gereken cevabı çok acı bir şekilde verdi. Bizim ona fazladan yüklediğimiz ne varsa üzerinden bir hışımla attı ve atarken maalesef o yıkıntıların içerisine sevdiklerimizi de kattı. İşte o zaman gördük ki yaratılış gayesine ve yaratılmışlar arasındaki dengeye aykırı olarak yaptığımız ne varsa hepsi bir olumsuzluk olarak yine bize dönecek ve zarar verecek.
Bütün bunlardan yola çıkarak şu sonuca varmalıyız ki; biz insanlar elimizden geldiğince bu durağan, sanal, kablolu yapay dünyalardan uzaklaşmalı ve doğayı yeniden keşfetmeliyiz. Çocuklarımızı internet esaretinden kurtarıp bir su kenarına, bir ağaç gölgesine götürmeliyiz. Beraber bir tepeye tırmanmalı, çiçek toplamalı veya bir uçurtma uçurmalıyız. Çocuk dediğin bir salıncakta bir hamakta sallanmalı, çamurla oynamalı, çimlerde yalın ayak yürümeli, ağaca tırmanmalı, meyveyi dalından koparmalı, suya taş atmalı, koşmalı oynamalı ama ne olursa olsun doğayla iç içe olmalı.
Bu çağda dünyaya geldikleri için bu bahsettiğim şeylerin çoğunun onlara vereceği mutluluğu bilmeyen ve bu yüzden sanal mutlulukların peşinde koşan tatminsiz çocuklarımıza biz büyükler doğru örnek olup rehberlik etmezsek hep birlikte bu bataklığın içinde boğulup gideceğiz. Hareketsizlik, yanlış duruş, yanlış oturuş ve sürekli radyasyona maruz kalınması pek çok bedensel rahatsızlığa sebep olabileceği gibi, sosyal ortamlardan uzak kalmak da asosyalliğin ve psikolojik hastalıkların artmasına sebep olabilir. Bu yüzden toplum olarak bu konuda bilinçlenmeye gayret etmeli ve çözüm odaklı kararlı adımlar atmalıyız.
TEZAY TEZCAN AKKURT

KIYMETİN YOK
Duydular ki ev kira
Cebinde yok üç beş lira
Bir de şikayetçiyse senden fatura
Bilge olsan kıymetin yok
Kıymetin Yok
Alacaklı kapıya dadanmış
Boyun bükülmüş gözler utanmış
Mahçup olan dalın budanmış
Sevgiyle ışık saçsan kıymetin yok
Kıymetin Yok
Sen de isterdin zengin doğmak
Sevinç elinle hüzün boğmak
Bulutlardan yıldız sağıp
Mutluluğu gönüle yığmak
Kaderinde yoksulsan kıymetin yok
Kıymetin yok
Gülşen Kırmacı


BAHÇIVAN
Kozadaki tırtıl
kelebek olacak elbet
sitem etme ey gönül
ölümün ve dirimin
vakti saati var derler,
aşkın neden olmasın
huşu içinde sabret
Okyanusun girdabı
damlanın içindedir,
o bilir şifresinin
ne zaman çözüleceğini
heyecanını muhafaza et
“Kimi şiirler
kimi zamanı bekler”
diyor ya usta şair,
ince nakış bu akışta
bahçıvanı ol bahçenin
ömrünün kıyısından 
usulca seyret
Gülçin Yağmur AKBULUT

GÜZ  TELAŞI                                    
Bir güz telaşı var gönlümün sokaklarında,
Hicret ediyor neşe,yağıyor hüzün...
Gün gün azalıyor ömrüm,
Soluyor yüzüm...
Adımlarımda gazellerin sesi,
Harf harf eksiliyor,
Lügatımdan sözüm...
Bir güz telaşı var gönlümün sokaklarında,
Her bir yaprak dökülürken dile geliyor;
 “ Doluyor günün, doluyor günün...”
TUĞBA TEZCAN AKKURT
ÇOCUK  RESİMLERİ Deneme
Okul öncesi, anne babaların çocuklarına resim yapmaları için renkli kalemler ve resim defterleri aldıklarını hepimiz biliriz. En azından bizim kuşak ve bizden sonrakiler bilir. Çocuklar, bir hevesle çizdiği her resmi anne ve babasına göstermek için getirir, meraklı gözlerle onların yüz ifadelerinde beğeni işaretleri ararlar. ‘’Aferin çocuğum, güzel olmuş’’ demeniz, onları hem sevindirir, hem de onlara bir daha, bir daha bir şeyler çizme hevesi verir.
Peki, çocuklarımız bu ilk resimlerini çizerken ne düşünürler, neler hissederler? Uzun uzadıya hiç düşündük mü? Onları mutlu eden, sevindiren şeyler nelerdir diye hiç kafa yorduk mu? Korkuları ya da akıllarından bile geçirmek istemedikleri şeyler var mıdır, bunları biliyor muyuz? O çizdikleri şeyleri hiç düşünmeden, öyle durduk yerde mi çiziyorlar? Yoksa, yaşlarından beklemediğimiz incelikte şeyler mi düşünüyorlar? Tamam, çizilen bu resimleri elimize alıp, olabildiğimizce de ciddi olmaya özen göstererek, beğenimizi dile getiriyoruz da onların, o resimdeki her detay için neler düşündüklerini biliyor muyuz? Resmin en çok neresine yoğunlaşıyorlar, yani hangi öge onlar için birincil, bunların irdelemesini yaptık mı? Hiç zannetmiyorum. Çünkü o yıllarda, ben bu kadar kafa yormamıştım bu işe. Sadece onları teşvik edici bir-iki güzel söz, hepsi bu. Onları teşvik etmek elbette güzel bir davranış, ya ötesi? Yani onların o küçücük yaşlarda, o küçücük dünyalarında kurguladıkları, oluşturmaya çalıştıkları sembollere hangi anlamları yüklemeye çalıştıklarını tahlil edebildik mi? Bir anne-baba olarak, olayın bu yönüne biraz kafa yorsaydık, karşımıza çıkacak gerçekler, bizleri hayretten hayrete düşürürdü kanısındayım.
Okul öncesi yaştaki bu çocuklar ne çizerler, gelin bir de bunlara bakalım. İlk çizdikleri figürler; bir anne, bir baba ve mutlaka bir de kendisi. Genelde bu üç figürü el-ele çizerler. Niçin el-ele? Bu üç insan, mutlaka ve mutlaka, mutlu olarak ömürlerinin sonuna kadar beraber yaşamalılar, bu küçüğün fikrine göre. El-ele olmak, mutlu olmak demektir çünkü. Anneyi belirgin kılan saçlarının uzunluğu, babayı belirgin kılan ise saçının kısalığı. Kendisi, bazen ikisinin ortasında ama çoğu kez kenarda annesinin elinden tutan, boyu kısa olan sembol. Kendisinden daha küçük bir kardeşi varsa, onun elini ya kendisi tutar ya da babasının eline tutuşturur.
          Kargacık burgacık çizgilerle çizilen, bu çöpten insanlardan oluşan üçlü, dörtlü figür, çocuğun bütün dünyasını temsil eder. Çocuk bu resmiyle, bu dünyada kendisi için en değerli varlıkların annesi ve babası olduğunu deklere etmez mi? Yani çocuk, sadece annesiyle ya da sadece babası ile yaşanılacak bir hayat istemiyor, her ikisi ile birlikte, hep beraber yaşanılacak bir hayat istiyor.“Ne annesiz yaşarım, ne de babasız”, diyor.
Düşünebiliyor musunuz, çocuğun o yaştayken kız ise bir sürü bebek, tavşan, ayı gibi oyuncağı, erkek ise, bir düzine oyuncak arabaları vardır. Belki bu oyuncakları başka çocuklarla hiç paylaşmıyorlardır da. O derece çok seviyorlardır yani. Ama bu resimlerde oyuncaklardan eser yoktur. Sadece anne ve babaları var. Şimdi bu çocuk, bu figürleri düşünmeden mi yaptı? Hiç olur mu? Hiç düşünmez olur mu? Hani nerede en sevdiği oyuncaklar, en sevdiği çikolata? O çocuk;“Ben burada (yani bu dünyada), ancak annem ve babamla birlikte el-ele yaşarsam mutlu olurum“, demek istemiyor mu? “İlk şartım bu”, demiyor mu?
İkinci  figür, resmin daha arka planında bir ev. Bu üçlünün yaşayacağı sıcak bir yuva. Huzur içinde yaşayacakları bir sığınak. Evin boyutlarının, kapı ve pencere boyutlarının birbirleriyle, kendinin ve anne-babasının boyutlarıyla orantılı olup olmamasının önemi yok. Orantısız olabilirler, onlar teferruat. Çocuk, bir kere her şeyin özünü anlatmaya çalışıyor. Önemli olan ölçüler değil, içerik. Ama bu evin penceresi olması  gerekir, çünkü sıkıldığında dışarı bakabilmeli (zaten çabuk sıkılıyor), yağmurlu ve soğuk havalarda babasının işten dönüşünü bu pencerede bekleyebilmeli. Bak bu çok önemli, evin kapısı, evin gözükmeyen yan ve arka cephesinde olmamalı. Kapı her zaman kendisine, anne ve babasına en yakın yerde olmalı. Yani, resmin bakılan tarafında olmalı. Yağmur yağabilir, güneş bunaltabilir, en önemlisi hava birden bire kararıp akşam olabilir, bu yüzden evin kapısı en yakın ve en uygun yerde olmalıdır. Evin kapısına kadar çizilen yol da, işte bunun için önemlidir.
Evin çatısı mutlaka olmalıdır. Çünkü o korur aileyi yağan yağmurdan, kardan, esen rüzgârdan. Çatı  genellikle dar açılıdır. Tıpkı çok karlı geçen kuzey yarımküre ülkelerinde olduğu gibi. Çok kar yağarsa, tehlike yaratmasın, kolayca aşağıya kaysın diye düşündüklerini varsaymak hoşuma gidiyor. Hatta bazıları, beni utandırmak istercesine, bu çatı katlarına da pencere çiziyorlar. Bazı çatılarda baca da var. Eğer baca varsa, onun görevini bildikleri için, bacadan çıkan dumanı da sembolize ederler. Evin kendisi, nasıl ki manevi olarak bir yuvayı temsil ediyorsa, bacadaki duman da o evde yaşayanların hiç üşümediklerini anlatır.
Modern çağımızdaki anne-babaların, mikrop bulaşır endişesi ile hayvanlardan uzak tutmak istedikleri bu çocukların resimlerinin bir köşesinde, kedi veya köpek, ya da ikisinin birden bulunduğunu görürsünüz. Anne-babalar, mikrop bulaşır diye korkuyorlar ama çocuklar onlarla aynı fikirde değiller. Daha o yaşta, insanların, kedi ve köpeklerden daha çok mikrop ve hastalık taşıdıklarını biliyorlar sanki. Bu yüzden olsa gerek, resimlerinde kedi var, köpek var ama ailenin dışında başka insan yok.
Aynı resimde hem kocaman sapsarı bir güneş, hem de sayfanın diğer kenarında hilal bir ay bulunabilir. Bize biraz garip gelse de bu çocuklar, gündüzün resmini çizdikleri halde, güneş varken bir kenarda da ayın bulunabileceğini biliyorlar gibime geliyor. Sonra, bir tarafta ayçiçeği gibi gülümseyen kocaman bir güneş dururken, bacadan dumanın çıkmasının da bence hiçbir mahzuru olamaz, çünkü tarih, havaların hâlâ serin geçtiği ilkbaharın ilk günlerini gösteriyor olabilir. Görüyorsunuz değil mi, her şeyin mantıklı ve makul bir açıklaması var o küçücük beyinlerde.
Resmin bir kenarında yine, çöpten bir ağaç ve dallarında kuşlar var. Bakar mısınız, ne güzel bir birliktelik yine. Ağaç varsa, mutlaka kuş da olmalıdır. Ama ağaç olmazsa kuş nasıl yaşasın. Her zaman, ikisi birlikte güzel.
Siz bakmayın onların boylarının, yüreklerinin ve kafalarının küçüklüğüne. Onların korkuları da çok büyük, sevgileri de. Gösterdikleri her sevginin arkasında, göstermedikleri, göstermek istemedikleri korkuları saklı. Aslında çizdikleri o figürlerin her biri, kaybetmekten ölesiye korktukları varlıkların ta kendileri. Öyle olmasa, o boş sayfalara bunları çizmezlerdi, sadece kendilerini çizerlerdi. Büyüklerin yaptıkları her işte kendi egolarını öne çıkarma çabaları gibi. Siz onların ellerinin ve parmaklarının mini-minnacık olduğuna da aldanmayın. Bu derinlikteki, bu kompozisyon resimleri o küçücük eller, o kalem parmaklar çiziktiriyor.
Çocuklarınızın çizdiği resimleri saklayın, koruyun. Sadece bu resimleri korumakla kalmayın, onların gerçekten çok istedikleri, bozulmasından ve yok olmasından ölesiye korktukları, bu güzelim birlikteliği de koruyun. Korumanın yollarını bulmaya çalışın. Çünkü bunu başaracak büyüklükte beyine ve yüreğe sahip olan sizlersiniz. Daha hiçbir günaha bulaşmamış saflıktaki çocuklarınızın sizden dileği bu. Bunun için çizdiklerini düşünüyorum o resimleri. Sadece bunun için. Mesaj veriyorlar bence. Sevgilerinin ve korkularının mesajını. Unutmayalım.                                       
Lütfi BİLİR

AHSEN
Bırak dağılsın saçın, salkım saçak tarama
Bir tek teli düşse de, o bendedir arama
Ben seni kalpten sevdim, yaralandım gönülden
Saçların merhem oldu, bağlayınca yarama
Ne olur cevap versen, bir kez gönül çağrıma
Çölde serap gibisin, su serpersin bağrıma
Yıllar çok şey götürdü, hâtıramda yaşarsın
Sarılmazsam ölmeden, gider benim ağrıma
Uzansam tutar mısın, bir kerecik elimden
Ah bir sarılabilsem, çepeçevre belinden
Gökten sevdalar yağdı, bana kısmet olmadı
Bunca yağmur içinde, bir damlacık selinden
Yıllar değiştiremez, kalbimdeki tadını
Sevmek günah değil ki, sensin ömrüm kadını
Bu dünyada kavuşmak, bize nasip olmadı
Gönül bahçemde yerin, Ahsen koydum adını
Mahmut BOSTANCI

DAĞLAR
Bahar olup yaz ayları gelirse
Bin bir çeşit çiçek, açar dağlarda
Köknar kozalağı sakız olursa
Buram buram koku, saçar dağlarda
Eteğinde olur, şirince köyler
Gam kasavet kalkar, gönlünü eyler
Bülbüller eşine, nağmeler söyler
Kendine arkadaş, seçer dağlarda
Duman gözyaşını, ormana döker
Gölgesi üşütür, güneşi yakar
Ab-ı hayat gibi, pınarlar akar
Nasip olan gelir, içer dağlarda
Semaya yükselir, kendini yormaz
Gözleri avından, başkasın görmez
Avına saldırır, hiç aman vermez
Kartallar yüksekte, uçar dağlarda
Rüzgâr ıslık çalar, ağaçlar öter
Kızılcık meyvesi, hazanda yeter
Nane, kekik, çaylar, orada biter
Bilenler orakla biçer dağlarda
Doruğunun olur, çakalı, kurdu
Ömer Ali dağda, çok şeyler gördü
Yaşarsan bitirir, o ince derdi
Verem denen illet, geçer dağlarda
Ömer Ali ARMUT