Mesnevi insan ruhunu adeta ütüleyen bir eser, okudukça gönlüm genişliyor, kimi zaman ulaşamadığım ululuklara varmak için kanat açıyorum, kimi zaman da nefsimi kınıyorum…

Son bir haftada Süleyman Peygamber ile Belkıs arasında geçen hadiseleri Mevlana’nın gözünden dikkatle okudum. Bugün de Halime annemizin Efendimizi sütten kesmesinden sonrasını sizinle paylaşmak istedim.

Halime’nin Mustafa(sav) sütten kesince kaybetmesi ve putlardan yardım istemesi, putların titreyip secdeye kapanmaları, Mustafa(as)’ı ululuğuna şehadet etmeleri” başlıkla bölümünü olduğu gibi aktarıyorum.

“Sana Halime’nin gizli hikayesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin!

Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak…

Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi. Hatim’e girdi.

O, emaneti, zayi etmekten korkuyordu. Fakat bu sırada havadan, “Ey Hatim, sana pek büyük bir güneş doğdu.

Ey Hatim, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi.

Ey Hatim, bugün sana, talih ve bahtın ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu.

Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler alemine mensup canların konağı olacaksın.

Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu.

Halime bu sese şaşırıp kaldı! Ne önde kimse vardı ne arkada; altı cihette de kimse yoktu. Fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı.

Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor? diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.

Her tarafa göz gezdirdi. O sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.

“Ya Rabbi, böyle yüce bir ses sağdan soldan gelmede; fakat söyleyen kim?” diyordu.

Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı. Söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.

ÇOCUK KONULAN YERDE YOKTUR

Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü, Bir de baksın Mustafa, koyduğu yerde yok. Büsbütün şaşırdı! Konağı dertlerle karardı adeta!

Şu yana bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim, diye feryat etmeye başladı.

Mekkeliler: “Biz bilmiyoruz. Hatta orada bir çocuk olduğunu bile göremedik.” Dediler.

Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!

Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki, ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular…

Neyse bundan sonrası kısaca ben özetleyeyim: “Halime annemizin yanına bir ihtiyar gelir, olup biteni sorar. O da tek tek hadiseyi anlatır.

İhtiyar der ki, “Sen meraklanma, kederlenme! Ben. sana bir padişah göstereyim. O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler. İhtiyar, Halime’yi Uzza denen putun yanına götürür. Arap Efendimizin ismini anar anmaz bütün putlar titremeye başladı, secdeye kapandı. Bunun üzerine ihtiyar Efendimizin mutlak bulunacağını, O’nun(sav) kaybolmasının mümkün olmadığını, hatta kaybolanların onda tekrar kendilerini bulacaklarını söyledi.

Sonunda Efendimizin sülalesi bu kayboluşu duyar ve koşarak Kabe’ye gelirler. Varırlar ki, Halime annemiz, Allah’a öyle bir yakarır ki, yer ve gök titrer o gözyaşları karşısında. Abdülmuttalip’de; “Yavrum nere ey gizlileri bilen, bana ona varacak doğru yolu göster!” diye yakarmaya başlar.

Sonra döner Hatim’e bakarlar ki, Efendimiz oradadır.

Bu hikayenin ayrı bir derinliği vardır ve uzayıp gider ancak, ben anladım ki, insan emanete sahip çıkmasını bilecek, gaflete düşmeyecek ve daraldığında da putlardan değil, Cenab-ı Allah’tan isteyecek.