Yedi ay aradan sonra tekrar birlikteyiz sevgili Kahramanmaraşlılar. Salkım Söğüt Sanat ve Edebiyat sayfalarımızın ilkini 1 Şubat tarihinde yine buradan sizlerle paylaşmıştık. Bu paylaşımdan sadece beş gün sonra, yani 6 Şubat tarihinde o korkunç depremi yaşamıştık. O tarihte akrabalarımızı, dostlarımızı, arkadaşlarımızı ve şehrimizde on binlerce canımızı kaybettik. Bunların içerisinde, şehrimizin hafızası diyebileceğimiz Yaşar ALPASLAN ağabeyimiz, çok sevgili Oğuz Alp PAKÖZ ağabeyimiz, Nihat YÜCE

İKİNCİ SAYIDA

Yedi ay aradan sonra tekrar birlikteyiz sevgili Kahramanmaraşlılar. Salkım Söğüt Sanat ve Edebiyat sayfalarımızın ilkini 1 Şubat tarihinde yine buradan sizlerle paylaşmıştık. Bu paylaşımdan sadece beş gün sonra, yani 6 Şubat tarihinde o korkunç depremi yaşamıştık. O tarihte akrabalarımızı, dostlarımızı, arkadaşlarımızı ve şehrimizde on binlerce canımızı kaybettik. Bunların içerisinde, şehrimizin hafızası diyebileceğimiz Yaşar ALPASLAN ağabeyimiz, çok sevgili Oğuz Alp PAKÖZ ağabeyimiz, Nihat YÜCEL, Cevdet ALPEREN,  Ercan KOZANOĞLU, Ahmet Doğan İLBEY ve Recep Şükrü GÜNGÖR gibi şair ve yazar arkadaşlarımız da vardı. Kaybettiğimiz tüm hemşerilerimizle birlikte edebiyat yol arkadaşlarımıza da Yüce Allah’tan rahmetler diliyoruz.

6 Şubat’ta yaşanılan depremin acıların unutulmaması amacı ile Kahramanmaraş Edebiyat Ve Sanat Derneği (MESDER) olarak, bu felaketi yaşayan veya yüreğinde hisseden tüm şair arkadaşlarımızdan depremle ilgili şiirler istedik. Yüze yakın şairden, elimize ulaşan şiirleri; “HER YANIM ÇIĞLIK” adı altında bir kitapta topladık. Kitabın basımını 12 Şubat Belediyemiz üstlendi. Kitabımız Ağustos ayının ilk günlerinde baskıdan çıktı. 12 Şubat Belediyemiz, Kahramanmaraş dışındaki şairlerimize kitapları postalarken biz de şehrimiz ve ilçelerindeki şair arkadaşlarımıza kitapları ulaştırdık. Kitapların halkımıza dağıtımını ise, EXPO KAHRAMANMARAŞ’ın açılışında, yine o alanda imzalayarak yapacağız.

Ayrıca MESDER organizasyonu ve MADO sponsorluğuyla, bu yılın sonuna doğru, ulusal ölçekli ve “Ödüllü” bir “DEPREM ve YAŞAM” konulu bir yarışması düzenliyoruz. Yarışmanın koşullarını ve ödüllerin miktarını, derneğimizin www.mesder.org.tr  web sayfamızdan tüm Türkiye’ye duyuracağız. Yarışma sonunda, gelen tüm öyküleri yine ayrı bir kitapta toplamayı planlıyoruz. Bundan böyle MESDER’in tüm faaliyetlerini bu portalden takip edebileceksiniz.

Depremden önce başlattığımız ve ilkini gerçekleştirdiğimiz “Yaşayan Değerlerimize Saygı” toplantılarımız rutin olarak devam edecektir. İlkinde çok değerli Abdulhakim EREN hocamızı ağırlamıştık. İkinci Programımızı 18 Şubat’ta Oğuz Alp PAKÖZ ağabeyimiz için yapacaktık, hatta posterlerini de hazırlamıştık. Ama 6 Şubat Depremi , O’nu bizden aldı. Daha sonra Oğuz abimizi Necip Fazıl Kültür Merkezinde andık.      Eylül ayının ikinci yarısından itibaren bu toplantımız devam edecek ve toplantı tarihini sosyal medya ve www.mesder.org.tr portalimiz aracılığı ile sizlere duyuracağız.

TV 46’da başlattığımız ve canlı olarak yayınladığımız; “Salkım Söğüt Edebiyat Sohbetleri” yine arkadaşımız Zekeriya ÇAKABEY moderatörlüğünde devam edecek. Eylül 2023’ ten itibaren ayda  bir, şehrimiz edebiyatçılarımızdan birini ve eserlerini tanıtmayı sürdüreceğiz.

Bizler MESDER olarak bu tür edebi faaliyetlerle, depremde yerle bir olmuş kentimiz halkının acılarını bir nebze hafifletmeyi amaçlıyoruz. Ama asla ve asla unutturmayacağız. Unutulmaması için elimizden geleni ardımıza koymayacağımızdan emin olabilirsiniz. Vücut ve ruh sağlığınızın mukim olması dileklerimizle.

Lütfi BİLİR

Mesder Yön. Kur. Bşk.

BAKARSIN BİR GÜN

Bakarsın bir gün,

Herkesin ekmeği eşit,

Sofrasında çeşit,

Yüreklerde ötekine geçit olur.

Bakarsın, dertli gönüller yaslanacak omuz,

Yuvasız kuşlar sıcak bir yuva bulur.

Bakarsın bir gün,

Yorgun yüzler gülümser,

Aydınlık, karanlığı söndürür.

Bakarsın acı, bir gün tarih olur,

O gün günlerden mutluluk olur…

                                 TUĞBA TEZCAN AKKURT

BİR KÜÇÜK HİKÂYE ( SAYI 2’DE KULLANILDI )

Enginlerde telaş, yükseklerde merak;

Bir çocuk geçti sokaktan, çığlık çığlığa ağlayarak.

Kimse bilemedi bu kaçışın sebebini.

Engindekine hikâye gibi geldi dinlediği,

Yüksektekine hoş geldi, davulun sesi gibi,

Kaçtığı eli sopalı pederiydi.

Ardından ağlayan annesi ve kardeşiydi,

Kaçtığı geçmişi, bugünü, geleceğiydi…

Annesi geçim derdiyle yoğururdu ekmeği,

Babası geç gelince savururdu silleyi.

Kardeşi donuk donuk izlerdi bu hazin resmi.

Çocuk dayanamadı sonunda,

Bir gün kaçıverdi.

Her gün yediği dayaktan yorgun düştü bedeni.

Her akşam babasının avucuna sayardı parayı,

Babasının avucundaydı;

Çocukluğu, umudu, heba olan yılları…

Yaranamadı ama hiç kapanmadı yarası,

Tak etti canına bir gün, kaçtı ağlayarak,

Enginlerde telaş, yükseklerde merak;

Engindekine hikâye gibi geldi dinlediği,

Yüksektekine hoş geldi, davulun sesi gibi.

                             TUĞBA TEZCAN AKKURT

BEN BÜYÜDÜM MÜ ANNE?

Ben büyüdüm mü anne?

Neden böyle içim kıpır kıpır oluyor,

Uçurtmaları görünce?

Bulduğum her salıncakta sallanıyor çocukluğum,

Merhametinden sıyrılmış büyüklere kafa tutuyorum,

Kuşların peşinden koşarken anne.

Gözyaşlarım neden kurumadı hala?

Benden izinsiz, ansızın avuçlarıma dökülüyor anne.

Yoluma çıkan çocuklara takılıp gidiyorum,

Konuşuyor gözlerimiz sükûtumuza inat,

Büyümeyin diyorum onlara…

Ben ne zaman büyüdüm anne?

Şarkılar söylüyorum dilediğim gibi sokaklarda,

Yağmurda ıslanmaktan korkmuyorum.

Gökkuşağını yakalamaya çalışıyorum sonra.

En sevdiğim renk mavi hâlâ,

Peki ya şen kahkahalarım,

Yitik düşlerimde mi kaldı yoksa?

Nerde o düşlerim,

Elma dersem çıkar mı anne?

                                   TUĞBA TEZCAN AKKURT

GÜZ TELAŞI

Bir güz telaşı var gönlümün sokaklarında,

Hicret ediyor neşe, yağıyor hüzün…

Gün gün azalıyor ömrüm,

Soluyor yüzüm…

Adımlarımda gazellerin sesi,

Harf harf eksiliyor,

Lügâtımdan sözüm…

Bir güz telaşı var gönlümün sokaklarında,

Her bir yaprak dökülürken dile geliyor,

Doluyor günün, doluyor günün…

                             TUĞBA TEZCAN AKKURT

               HAYAL ALEMİM

Sükûtumla örüyorum haykırışlarımı,

Gözlerimi kapatıp bir âma teslimiyetiyle

Gönlümde yeşertiyorum umutlarımı.

Dalıp dalıp uzaklara, hülyalarımı çağırıyorum.

Göğe çizdiğim hayallerimi bulutlara yüklüyorum,

Yağmur olup da üzerime sağanak sağanak yağsınlar diye.

İçime hapsettiğim tüm duyguları azat ediyorum,

Uçurduğum duygularla göklere şiir yazıyorum,

Sonra açıp gözlerimi bir oh çekiyorum,

Azat edilmiş kuşlar gibi hafif hissediyorum.

                                                       TUĞBA TEZCAN AKKURT

              ÇOCUK

İçimin acısı dindi diyordum,

Sesin yüreğimi dağladı çocuk.

Yüküm biraz biraz indi diyordum,

Omzumu çökertip ağladı çocuk.

Baharda zemheriyi yaşıyorsun,

Çilen daha yeni başlıyor çocuk.

Enkazdan yüce dağlar aşıyorsun,

Ruhun acıları taşlıyor çocuk.

Annenin yüzünde derin çizgiler,

Hayat iz bırakıp gidiyor çocuk.

Babanın dilinde acı ezgiler,

Ömür böyle akıp gidiyor çocuk.

          TUĞBA TEZCAN AKKURT

TÜRKÇEMİZ YABANCI DİLLERİN İSTİLASINDAN KURTARILMALIDIR.           

Güzel Türkçe'miz; yabancı dillerin etkisinde kalarak, özellikle son yıllarda çok büyük tahribatlara ve yozlaşmalara uğramıştır. Hâlâ da uğramaya devam etmektedir. Türkçe'mizin yabancı dillerin istilasına maruz kalması, nesiller arası bağ kopukluğunu da beraberinde getirmiş, bu ahvâlin sonucunda, dede torununu, torun da dedesini anlayamaz hâle gelmiştir.

İşte bu hâl, Türk dilinin geleceğini karanlıkların içerisine itmektedir. Çünkü milletlerin hayatında en önemli unsurlardan biri dildir. Dil bir köprüdür; dil milletlerin geleceğidir. Tarihe baktığımızda, dili yozlaşan, dili istilaya uğrayan milletlerin tarih sahnesinde kalıcılıkları hiçbir zaman olmamıştır. Türk Devlet geleneğinin ezel-ebet sürmesi, Türk dilinin sağlamlığına ve berraklığına bağlıdır.

Osmanlı Beylerinden Karamanoğlu Mehmet; “Bundan böyle divanda, dergâhta, bargâhta Türkçe'den başka dil konuşulmaya” fermanını buyruk hâline getirirken, yine yurdumuzun kurtarıcısı Mustafa Kemâl Atatürk de; Güneş Dil Teorisiyle Türk diline sahip çıkmıştır. Her ikisi de Türk Devletinin kutlu bekası açısından Türk dilinin muhafazasını, korunmasını ve geliştirilmesini amaç edinmişlerdir.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçemize verdiği önemle, Atatürk'ün Türk Dil Kurumunu kurdurarak, dilimizin gelişimine ilmî hakikatler doğrultusunda katkılar sağlamak istemesi, aynı hassasiyetler üstünedir. Dün dilimizin yabancı dillerden arındırılması, yozlaşmadan kurtarılması, istilâya maruz bırakılmaması doğrultusunda gösterilen mücadele, günümüzde de mutlaka gösterilmelidir. Çünkü Türk dili yoksa Türkiye de yoktur.

Bugün itibariyle, ülkemizin cadde ve sokaklarını dolaştığımızda, işletmelerimizin levhalarına şöyle bir göz attığımızda, çoğunluk olarak yabancı menşeli isimleri görmemiz mümkün hâle gelmiştir. Hatta bir an, insan kendini Avrupa ya da Amerika caddelerinde dolaşıyor sanabilir. Özellikle isimlendirme, yani tabela konusunda işletmelerimizin en küçüklerinden en büyüklerine kadar yabancılaşmaya gittiği gözlenmekte; güzel Türkçe'mizin berraklığı içinde, işletmelere Türkçe isimler konulması gerekirken, Türkçe isimler yerine İngilizce, Fransızca menşeli isimler konulmaktadır. Bu da Türk dilini, aslî ve özgün yapısından uzaklaştırmakta, yozlaşmaların içerisine itmektedir. Çok değil, bu hâl böyle devam ettiği sürece, yakın bir zamanda, dil konusunda müstemleke durumuna gelmemiz âdeta kaçınılmaz olacaktır.

Yabancı kökenli isimlere özenti duyularak, gerek gaflet, gerekse maksatlı bir şekilde konulan bu isimler; nesiller arası bağ kopukluğunu biraz daha pekiştirmekte; Türk dilinin yozlaşma sürecini daha da artırmaktadır. Aslında bu hâl; Türk diline, dolaysıyla da Türk Devlet geleneğine bir nevî ihanettir. Bu durum hiçbir zaman yadsınmamalı, yabancı dillerin işgaliyle yozlaştırılmaya çalışılan dilimizin ihyası için, mutlaka mücadele başlatılmalıdır. Aslında Türk diline sahip çıkmak vazgeçilmez bir görevdir. Böyle bir görev de idarî yapıdan, en küçük halk birimine kadar herkesin bilincinde olması gereken bir husustur. Hiç kimse bu kötü gidişata sorumsuz, ilgisiz kalmamalıdır. Kalınırsa, dilde daimi bir müstemlekecilik başlayacaktır ki, bu da ülkemizin geleceği açısından, hüsran tablolarının oluşacağının delâletidir.

Türkiye'de özellikle son yıllarda, Avrupa ve Amerika patentli kelimelerin girmediği, tesirine düşürmediği hiçbir alan kalmamıştır. Giyilen kıyafet markalarından tutunuz, ticarete kadar bütün cephelerde görülen yabancı isim hastalığının bünyemize sirayet etmesi; büyük bir tehlikeyi de beraberinde getirmiştir. Böylesi bir tehlikenin en açık emaresi ise, Türk ülkesinin yabancılaştırılması, ya da müstemleke bir devlet hâline getirilmesidir.

Gaflet ve ihanetle, yabancı dillerden ihraç edilen kelimelerle konuşma hastalığımız, bütün yurdumuza yayılmıştır. Futbol, ticaret, ilim, sanat, basın, televizyon terimlerimiz Türkçe olmayan kelimelerle donatılmıştır. Zamanla bunları kaldırıp atmak da mümkün olmayacaktır. Böyle bir durumun ardındansa, tarzanca bir lisan doğacak; lisanımız ilim, bilim, sanat, medeniyet dili olmaktan tamamen uzaklaşacaktır.

Herkesin kendi evinin önünü temizleme mantığından yola çıkarak, ülkemizde yozlaşan dilimiz Türkçe konusunda bir mücadele başlatmamız elzem olmuştur. Ne yazık ki ülkemizin sokak ve caddeleri, bahsettiğimiz mânâdaki yabancı menşeli isimlerle doludur. Böyle bir mücadelenin başlatılabilmesi için, Valiliklerimiz önderliğinde bir komite kurulmalı, Türk dilinin yozlaşmasına dur denilecek çalışmalar başlatılmalıdır. Böyle bir komitenin adına; “Türk Dilini koruma ve Muhafaza Komitesi” denilebilir. Bu komitede belediye başkanları, millî eğitim müdürleri, esnaf dernekleri, ticaret ve sanayi odaları, hatta sivil toplum kurumları olmalıdır. Millî bir şuurla başlatılacak mücadele, alınacak bir takım tedbirlerle mutlaka neticesini gösterecektir. En azından yeni açılacak işletmelere belediyelerimiz tarafından Türkçe isimlerin konulma mecburiyetinin getirilmesi bile, bu kötü gidişata kısmen dur diyecektir.

Ayrıca okullarımızda millî eğitim bünyesinde Türk dilinin sevdirilmesi doğrultusunda başlatılacak Türkçe konulu seminerler, bilgi şölenleri neslimize yeniden dil bilincini kazandıracaktır. Türk dilinin ihyası, geliştirilmesi, muhafazası ve korunması için, yeni Atatürklere, Karamanoğlu Mehmet Beylere ihtiyaç vardır. Bu memleket çoğu konularda olduğu gibi, dil konusunda da Yeni bir Atatürk ve yeni bir Karamanoğlu Mehmet Bey aramaktadır.

                         RÜYA

Nurdan bir halka sarar etrafını hilalin,

Mucizeyi andıran bir ışık gökyüzünde.

Karanlığın ortasında başlar bir şehrayin,

Ayın şavkı görünür suyun safi yüzünde.

Erguvanlar raks eder fecir vakti rüzgarda,

Baştan başa ebruliye boyar tüm alemi.

Yağmur çorak toprağı şefkatiyle sular da

O savrulan rayiha şenlendirir bahçemi.

Sonra ta uzaklarda belirir bir tren garı,

Huzur ve sükunetin resmini çizer gibi.

Vuslatın türküsüyle gülümsetir didarı,

Acı bir ses rüya der, gönlümü ezer gibi.

                           TUĞBA TEZCAN AKKURT

BEN HER EYLÜLDE YENİDEN YAŞLANIRIM

En çok bu ayla konuşurum nedense

Bir hayli ortak yönlerimiz var

Ömrün son deminin son dostu gibi

Sohbetimiz bâki kalan bu kubbeyi sarar

Her gidişler buruk bir sancıdır bende

Son hazırlıklarla telaşlanırım

Her yolcu giderken bir iz bırakır

Ben her eylülde yeniden yaşlanırım

Düşerken dalından dinle hüznünü

Ayrılığı sarı yapraklara sor

Hoyrat rüzgarların raksını seyret

Uçuşurken çılgın feveran içinde

Bir zaman oyunu bu kimler kiminle

Çıplak ağaçlarla üşür kalırım

Ben her eylülde yeniden yaşlanırım

Bir dostu olmalı insanın herdem

Ağaçlardan çiçeklerden kuşlardan

Arkadaşı olmalı hiç beklentisiz

Anlamalı tatmalı cefadan vefadan

İlham toplamalı şu sonbahardan

Arkandan el sallayıp uğurlamalı

Böyle bir dostluğu hep alkışlarım

Ben her eylülde yeniden yaşlanırım

Her hazanda yenilerim dostluğu

Efkârlı ömrümün son demi gibi

Bir bastonum var şimdi son arkadaşım

Sırlarımı bilen dostum yoldaşım

Yaprak hışırtısı bir hazan şarkısı

Bugünü yarına dostça yollarım

Zamanla mekanla ömrümü paylaşırım

Ben her eylülde yeniden yaşlanırım

Âh be eylül!

Hüzün nağmeleri yansır dualarıma

Hüzzamdır hicazdır sende makamlar

Bir ney sesi yayılır gümüş rengi dağlara

Bu akşam da, ezanı süslesin segah

Maziye bir baktım, gençliğim eyvah!

Gaflet rüzgarları neler neler götürdü benden

Himmetine keremine açık ellerim

Tüm hatalarıma af diliyorum Rabb'imden

Bilemiyorum belki bu son eylül mü

Sabâlı niyazlarla belki bağışlanırım

Ben her eylülde yeniden yaşlanırım

Ben her eylülde yeniden yaşlanırım

Hanifi Yılmaz-Kahramanmaraş

DUY KARA GÖZLÜM

Kara göz dediğin, çok insanda var

Seninki bir başka, ey kara gözlüm

Bilmem kim kavrulur, kimleri yakar

Kadehsiz bir aşka, mey kara gözlüm

Bakışında edep, duruşunda ar

Süzülüşü bile, yâr bakışlım yâr

Peşinden gidilir, hep diyar diyar

Gönlündeki köşke, koy kara gözlüm

Hilâli görürüm, gözüne baksam

Dünyamı ışıtır, yüzüne baksam

Özüm kavruluyor, özüne baksam 

Sende ölsem keşke, oy kara gözlüm

Konamadım senden, başka bir dala

Yüzümü sürerim, geçtiğin yola

Öfkeli sözlerin, benziyor bala

Sevmesende meşke, say kara gözlüm 

Kardelenden keskin, eğik sümbülden

Şiir türkü olur, düşmez hiç dilden

Kokusu gitmiyor, dokunan elden

Yanında gül solar, vay kara gözlüm

Ozan Fuat yazar, arif sayılmaz

Sevda olmaz gönül, zarif sayılmaz

Nekadar övsemde, tarif sayılmaz

Sensizlik ölümdür, duy kara gözlüm

                    Ozan Fuat BOSTANCI 

Deneme      Yalçın Yücel

                                                                                

  İNSAN

       “İnsan gülümseyişle gözyaşı arasında gidip gelen bir sarkaçtır.” diyen Byron’a katılmamak mümkün mü? Gelmişiz dünyaya; bir yanımız acı, bir yanımız sevinç. Vazgeçemediğimiz, sıkıca sarıldığımız şu yaşam tatlı yanlarıyla ağır basar hep. Sevdiklerimizle mutlu olmaksa en büyük ereğimiz olmuştur. Düşünüşü ne olursa olsun, sevmek yakışır öncelikle bizlere. Aşağılanmadan, sömürülmeden, hakkınızı çiğnetmeden adil bir hukuk düzeni içinde günlerinizi geçirmek istersiniz elbette. Yani, insan gibi yaşamak mutluluk kavramını biraz daha anlamlı kılar. Ne var ki yalnızca insan gibi yaşamak da olmamalı tek hedefimiz. İnsan gibi yaşarken insanca yaşatmak da konuyu yetkinleştirir, bütünleştirir.

       İnsanın “İnsanca yaşadım” diyebilmesi için ruhsal yaşantıya da gereksinim vardır. Bu da ancak başkalarıyla birlikte oluşabilir. Yalnızlık duygusunun bilinçte belirmesi huzursuzluk yaratır, gerçekte bütün huzursuzlukların kaynağı da budur. Çoğu zaman bir insan sesi duymak ister kulaklarınız. Belki de o ses açar içinizin perdesini. Gün ışığını görmek gibi belki… Sabahattin Kudret Aksal “İnsan Sesi” şiirinde bu sesi doğanın bir parçası olarak görür: “Yaz sabahları gün ağarırken/Pencereni açtığın zaman/Odanı dolduran serinlikte/Kımıldamadan duran ağaçta/İnsan sesidir duyulan.” Bir başka şairimiz Cevdet Kudret ise ölüm ötesindeki yalnızlığın acı görüntüsünü ne güzel anlatır dizelerinde: “Acımı duymaz oldu kimseler/Bana bir tahammül ver ‘aklıselim’/İnsanlardan ayrı kaldığım yeter/Yetişir onları göremediğim!”

       İnsanlarla kaynaşma isteği bizdeki en güçlü etkidir. Temeldeki bu tutku, insan soyunu, aileyi bir arada tutan güçtür. Birileriyle konuşmadığınız anlarda bir açlık başlar içinizde. Bu açlıkların giderilmesi, ancak güzel dostluklara, birlikteliklere bağlıdır. Dostluk kaynaşmalarının olumlu sonuçlanmasında yine bir büyük etki çıkar önümüze: Sevgi. Aslında insanı farklı kılan anlayış da budur. Ve unutmamak gerek ki sevgi vermektir, almak değil. Bu konuda bir tümce hepimizi bir noktada birleştiriverir: Çok şeyi olan değil, çok veren zengindir. Burada insanoğlunun iştahını artıran zenginlik kelimesi de çıkıverdi karşımıza. Çoğumuzun isteklerini yoğunlaştırdığı bir istek bu. Demek istediğim maddi bir bolluk elbet. Şu fani dünyada insanımızın düştüğü zayıflığa bakın. Ne yazık ki çok azımız manevi zenginliklerin yanında yer alırlar. Behçet Necatigil, “Evler” adlı şiirinde zengin yaşamın bir görüntüsünü seriverir düşüncemizin içine: “İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı/Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar. ”  İşte günümüzde ki görüntü… Dört artı birler, beş artı birler… Böyle gidiyor lüks daireler. Sonrası… Hepsi bu dünyada kalmıyor mu sanki?

       Uçsuz bucaksız bir evren içinde varoluşumuzla birlikte çabalar dururuz yaşama tutunmak için. Zaman zaman birlikte, zaman zamansa birbirimize karşıyızdır hareketlerimizde. Oysa kafa kafaya, yürek yüreğe, el ele verildiğinde neler gerçekleşmeyecektir ki? İnsanlar arasındaki bu ayrılık Cahit Sıtkı Tarancı’ da “İmkansız Dostluk” olarak yansımış: “Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde/Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!” Sizce vazgeçmeliyiz mi? Güzellikler hepimizi mutlu kılacaksa niye olmasın? Mevlana’nın dediği gibi, ne fark eder ki şu ya da bu oluşumuz. İnsan olarak güzelliklerle yaratılmışız. O güzellikleri koruyamamak, sürdürememek ne acıdır. Şu kısa yaşamda çektiklerimiz kendimizdendir. İçimizi karıştıran, değişik bir görüntüye sebep olan yine bizizdir.

        İnsan… Çözülmesi çok güç bir varlık. Onca sevgi göstermenize karşın, çoğu katılığını azaltmıyor yine de. Bırakmak derseniz, asıl yanlış orada başlıyor. Çünkü sevgi, sevgi yaratan bir güçtür; güçsüzlük sevgi yaratamamaktır. “İnsanı insan olarak düşünün; onun evrenle olan ilişkileri de insanca olsun; o zaman sevgiye karşılık sevgi, güvene karşılık güven bulursunuz. “ sözüyle de Marx bu düşünceyi sağlamlaştırır. Elbette ki sevilen bir kişi olamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür. Verme eylemi olarak sevme yetisi, kişiliğin gelişimine bağlıdır. Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir. “Sende herkesi seviyorum, seninle bütün evreni seviyorum, sende kendimi seviyorum.” diyen Erıch Fromm sevgiyi ne güzel anlatmış.

       İnsan deyince sevgi sözcüğü gelir aklıma genelde. Çünkü insanı insan yapan, düşüncenin sevgi bahçesinde yeşermesidir. İyi insanı ancak bu anlayışla kazanabiliriz. İyi olmak yalnızca sevgiyle de tamlığına ulaşmaz. Ruh sağlığı mutluluğu yaratacak en büyük etki olduğuna göre, insanı bu yönde de işlemek gerekir. Freud’a göre, “Bütün içgüdüsel isteklerin engellenmeden doyurulması ruh sağlığı ve mutluluk yaratacaktır. “ Bertrand Russell ise: “Mutluluk kısmen dış koşullara, kısmen de kişinin kendisine bağlıdır.” derken düşündürür hepimizi. Mutlu insan dış dünyada yaşarken, özgür sevgileri ve geniş ilgileri vardır. Ve mutsuz insanların çoğu kendi içine gömülüdür.

       Sevgiden, mutluluktan fazlaca söz ettim gibi görünse de insan için önemli konular bunlar. Çünkü sevginin, mutluluğun olduğu yerde olumlu yansımalar vardır. Yaşam, bir evet-hayır oyunu mudur yoksa?

       İnsan dedik, sözcüklerden söz etmeden edebilir miyiz hiç? Ki o sözcükler yaşayan varlıklarsa…Ya bir de duygusal yanları… Sözcük deyip geçmeyin sakın. İnsan yaşamının en önemli parçasıdır onlar. Yerinde kullanıldıklarında gülümser zaman, tersinde ise kararıverir her şey.

      Biraz da bugünün yeniliklerine ve buluşlarına değinelim isterseniz. Her şey yaşamı biraz daha güzel ve rahat kılabilmek için şüphesiz. Buraya kadar sözüm yok elbet. Fakat doğayı yok etmeye, gördüğünüz her yeri betonlaştırmaya gelince düşüncelerim geriliyor birden. Yapalım, edelim de bizden başka diğer canlıları düşünmek gerekmez mi dersiniz? Birlikte derken, ben onları da katmıştım mutluluk çizgisine. Ağaçlara, hayvanlara yaşam hakkı tanımamak yeryüzünü ve gökyüzünü üzmez mi dersiniz? Unutmamak gerekir ki doğada bütün canlılar birbirine muhtaçtır. Tüketirken üretmeyi, çoğaltmayı, yerlerine yenilerini eklemeyi unutmamalıyız.

       Geldik çağın hızlı akışına. Çağımızda gittikçe ölmeye başlayan insan insana ilişkiler daha da azalacak bu gidişle. Yerini, insan-makine, makine-insan ilişkileri alacak görünüyor. Hatta bu durum gerçekleşti bile. İnsan bilgisayarların başında robotlaştı bir anlamda. Dudaklar sözcüksüzlükten çölleşmeye başladılar. Bilginin, görgünün, kolaylığın, rahatlığın artmasına karşın, duyguları azalıp donuklaştı insanların. Ne ilginin ve sevginin sıcaklığı ne de neşenin ve sevincin canlılığı kaldı ortada. Makinelerle bütünleşip, makineleşti insan.

BİZE UĞRAMAZ

Dönerse dönsün dünya zaman içimizdedir.

Yerimizde sayarız yıllar bize uğramaz

Dışımızda çul vardır iman içimizdedir

Putlara secde eden kullar bize uğramaz

Aşk köprüsünden geçtik af olmaz suçumuzda

Şiirin kokusu var rengi var saçımızda

Rüyamız gülizardır bahar var içimizde

Tomurcuk gül açmayan dallar bize uğramaz

Gönülden sevenleri bağrımıza basarız

Paslansa yüreğimiz bir çengele asarız

Yalnızca hak önünde, aşk önünde susarız

Hakk sözünden bihaber diller bize uğramaz

Sevdanın fenerinde olmaz bizim isimiz

Hislerin zirvesinde bayrak olur sisimiz

Vahdetin vadisinde yankılanır sesimiz

Münkirin sazındaki teller bize uğramaz

Biz gülün peşindeyiz mevsim olsa da güzde

Yolumuzdan sapmayız yürürüz aynı izde

Muhabbet dergahında gönül meclisimizde

Aşktan bahis açmayan fallar bize ugramaz ...

Aşık OBALI (Mustafa BİLİR)

NEYZEN BABA

Senden sonra memleket gülizar oldu sanma

Başımıza çoraplar ördüler Neyzen Baba

Cüzdanda usul aynı vicdanla doldu sanma

Namusu Kaf Dağı'na sürdüler Neyzen Baba

Mebusların bir kısmı dediğin o fasıldan

Bunlar nasıl vekilse çalıyorlar asıldan

Hiç kimse hoşlanmıyor, neden, niçin, nasıldan

Hak deyince ipe un serdiler Neyzen Baba

Cumhuriyet bağından fidanları söktüler

Ocağımıza fitne ağaçları diktiler

En hakiki mürşidi utanmadan yaktılar

Bilimin defterini dürdüler Neyzen Baba

Kara vicdanlıların yüzlerini ak ettik

Ne düşeni kaldırdık, ne garibi tok ettik

Sana iş düştü yine çuvaldızı hak ettik

Bizi hangi kayıttan sordular Neyzen Baba

Varlık O'nun değil mi, gayemiz "Hiç" olmaktır

Marifet; kabuk değil, asıl-öz-iç olmaktır

Ölümsüzlük, bir mey'le gönülde taç olmaktır

Bilenler seni aşk'a sardılar Neyzen Baba

Paha biçilmez sana edipler pazarında

Hakikatin sesiydin insanlık nazarında

Seni unutmayanlar manevi huzurunda

Saygı ile selama durdular Neyzen Baba

Aşık OBALI (Mustafa BİLİR)

YABACI ZAMAN

Köyümüm bağrından aşkı çalmışlar

Ne gönül tanıdık ne dil tanıdık

Akşam güneşinden meşki çalmışlar

Ne diken tanıdık ne gül tanıdık

Yitik zamana uçan kuşlardık

Dağlarından maverayı düşlerdik

Her fidana binbir umut aşlardık

Ne ağaç tanıdık ne dal tanıdık

Yarına mı  düştü, eski gölgeler

Kayıp cumalarda kaldı seccadeler

Bir türkü bekliyor, sessiz beldeler

Ne yoldaş tanıdık ne yol tanıdık

Bekle kutlu asır, düşler beşikte

Tükenir geceler,  mavi ışıkta

Kış gelse ne çıkar, yangın aşıkta

Ne ateş tanıdık ne kül tanıdık

Yağmur, bir zalimin kör bıçağında

Sözlerim üşüyor, yar kucağında

Dualarım yalnız, can ocağında

Ne çadır tanıdık ne çul tanıdık

Hangi masaldasın, haber sal bana

Tutsak uykulardan uyandım sana

Beyaz bir sır gibi düştüm ardına

Ne kopuz tanıdık ne tel tanıdık

               Ahmet YAYLA

İNSAN BAKIP ANLARDI

 

   Eskiden şartlar zordu ama insanlar arasında bir tutkunluk, bir çaba, yardımlaşma, imece, say sayabiliğin kadar, bunların hepsi vardı. Hele hele de kırsaldaysan bu tür şeyleri yapmaya kendini zorunlu hissederdin. Biri hasta olsa hep beraber koşardın hastaneye. Şimdi öyle mi ya! Oğul babadan, baba oğuldan habersiz.

   Neyse geçmiş zamanlarda hatırlı birinin hanımı hastanede ameliyatta… Çoluk-çocuk, yakın-uzak, konu-komşu herkes koşmuş hastaneye.

Hüççü Emmi, seksen kişiyi güldüren, ders çıkarttıran, sözü ağzında birisi. O da orada. Mecbur gelecek, ne de olsa yakın akraba. Acil kan ihtiyacı var. Hastaya verilen kan yetmiyor. Durmadan kan istiyorlar. Herkes yürümüş kan vermeye, komşu olan Karagözlü’de yürümüş. O da bazı yönleriyle Hüççü Emmiye benzer. “Nereye?” demiş, Hüççü Emmi. Karagözlü; “Kan vermeye” diye cevap vermiş. “Ulan oğlum boşa gitme, senin kanın bozuk,” demiş. Karagözlü, kafasını-gözünü çevirerek ve söylenerek gitmiş.

   Yarım saat sonra gelmişler; “n’oldu?” diye sormuş Hüççü Emmi. “Karagözlü kafasını kaldırmadan, “Ben sarılık geçirdiğim için almadılar.” Gülmüş Hüççü Emmi.

“Nerden çıktı bu kanlar

Eskiden kan mı vardı

Kan bozuk mu düzgün mü

İnsan bakıp anlardı.”

   “Anladın mı? Ben sana bakar bakmaz anladım kanının bozuk olduğunu” diye yapıştırıvermiş dörtlüğü.

S A T A R I M

                             Aşkın pazarında canlar satılır,

                            Satarım canımı alan bulunmaz.

                                                                (Yûnus)

 

Şair diye çıkmış adım

Söz söylerim, söz satarım...

Eğri bilmez; ölçüm, tartım

Düz bilirim, düz satarım.

Sevgi dolu içim dışım

Asalettir özkardeşim...

Ham kabukla olmaz işim

Öz alırım, öz satarım.

Cehli atıp kırmak için,

Hak vaslına ermek için .

Gerçekleri görmek için,

Karanlığa göz satarım.

Seçip akın karasını,

Bilip âşkın töresini

Ayırırım darasını...

Beşyüz alır, yüz satarım.

Bu tezgahda geçmez para

Gamyükünü çaldım nâra...

Şavk olsun diye bahara

Kara kışa, yaz satarım.

Sevda tüter her satırım

Dost katında var hatırım ...

Zaman gelir dağıtırım;

Zaman gelir, az satarım.

                           Hikmet Elitaş

O KADIN

1990 yılıydı. İlk yurtdışı seyahatimdi. Hafızam beni yanıltmıyorsa, sanırım bir sonbahar günüydü. Alman menşeli bir firma ile bir ekipman sözleşmesi yapılmıştı. Firma, teslimat öncesi bizi “fabrika testleri” için ülkelerine çağırmıştı. Firma yetkilisi bizi Frankfurt hava limanında karşılamış, sonra da bir otele götürmüştü. Ertesi sabah gelip bizi alarak fabrikaya götüreceğinisöyledikten sonra da gitmişti. Vakit daha öğle saatleri olduğu için, valizlerimizi yerleştirdikten sonra otel lobisinde buluşup şehri gezmeyi planladık. Taksi şoförüne bizi şehrin en merkezi meydanına götürmesini söyledik.

Frankfurt’un merkezindeki tarihi binaları, katedralleri seyrederek epeyce dolaştık. Ara sokaklardan birine daldığımızda, yine etrafı tarihi binalarla çevrili çok geniş bir meydanda bulduk kendimizi. Meydanın ortasında herhangi bir anıt ya da heykel yoktu ama meydan oldukça genişti. Etrafındaki evlerin balkonları ve pencere önleri rengarenk çiçeklerin sarktığı saksılarla dolu idi. Biz hayran hayran her binanın balkon ve pencerelerini seyrederek bir tur attık. Meydanın bir köşesinde,  bir kafe gözümüze ilişti. Kafenin ön cephesinde, güneşten ve yağmurdan koruma amaçlı branda gölgelik mevcuttu. Meydanın bir bölümüne taşan tertemiz ekose desenli örtülerle bezenmiş masaları görünce yorulduğumuzu anladık. Oturup bir şeyler içmeye karar verdik. Oturduğumuz yerden meydanın bütün binaları, balkonları ve pencereleri görünüyordu. Birer neskafe söyledik.

Hava açık ve güneşli olduğu için brandalı kısmın dışında da masalar vardı. Benim görüş alanımda, kafenin yan tarafındaki tarihi binaların birinin önündeki masada, tek başına bir kadın oturuyordu. İster istemez gözüm kadına ilişti. Güzel giyimli, makyajlı, düzgün saçları kırlaşmaya yüz tutmuş, elli-altmış yaşlarında olabileceğini tahmin ettiğim, bakımlı bir kadındı. Bir eli masasındaki kupanın kulpunda, diğer eli boynundaki fularla oynuyordu. Onun masasının karşısında, yani meydandan taraf masada da bir genç çift oturuyordu. Çift dedimse, evli çift anlamayın. Çünkü yaşları çok gençti. İki arkadaş ya da sevgili anlayın siz. Çünkü gözleri birbirlerinden başka kimseyi görmüyordu. Gencin yüzü benden tarafa dönüktü. Kadın ise ikisinin yüzünü de yandan görüyordu.

Ne kafenin diğer müşterileri, ne de meydandan gelip geçen kalabalık, kadının ve genç çiftin hiç dikkatini çekmiyordu. Gençlerin gözleri birbirlerine kilitlenmiş, kadının ki de onlara. Ne yalan söyleyeyim benim gözlerim de kadına. Lütfen yanlış anlamayın, şimdi anlatacağım ve siz de anlayacaksınız.

Kadın gözlerini kırpmadan genç çifti izliyordu. Ama ne izleyiş, sanki kendinden geçmiş gibi. Kadının hafiften gülümseyen yüzünde öyle bir ifade vardı ki ne anlatıma sığar, ne tarife.Bir anne, ancak kendi çocuklarına bu kadar sevgi dolu bakabilirdi. Sadece kupasındaki içeceğini değil, tüm dünyayı unutmuş bir dalgınlıkla izliyordu onları. Oğlan ve kız, masanın üzerinden birbirlerine doğru eğilmiş, birbirlerinin ellerini avuçları içine almış, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, alçak sesle bir şeyler mırıldanıyorlardı. Onların her hareketi kadının sevgi dolu yüzüne yeni gülümsemeler oturtuyordu. Ben de kadının sevgi dolu yüzünü seyrediyordum.

Neskafelerimiz bitmişti. Ben; “bir tane daha içeceğim” dedim ve kupalarımız yenilendi. Niyetim, kadını sonuna kadar izlemekti. Çünkü ben o yaşıma kadar, kendi yaşadığım toplumda bir insanın, hiç tanımadığı gençlere böyle sevgi ve şefkat dolu baktığına şahit olmamıştım. Hatta gençlerin bu tür arkadaşlıklarının; ahlaksızlık, terbiyesizlik ya da en hafifinden kızma ve kınama şeklinde eleştirildiğine şahit olmuştum. Ama bu kadın, hiç tanımadığı bu gençlerin birlikteliğini şefkat ve sevgiyle karşılıyor, onların mutluluklarından belli ki kendisine de pay çıkarıyordu.

Bir an ne düşünmedim ki; “belki kendi gençliği geldi gözünün önüne,belki de kendisinin ilk aşkı.O günleri yeniden yaşıyor belki de. Belki şimdi uzaklarda olan oğlunu ya da kızını koydu onların yerine. Bu yüzden bu kadar şefkatli bakıyor onlara. Bu yüzden gülücükler oturuyordu olgun yüzüne. Bizim de var oğlumuz, kızımız. Biz, çocuklarımızı birilerinin eleştirmesine hiç tahammül edemezken, başkalarının çocuklarını çok acımasızca eleştirip, onlara olmadık kulplar takarız oysa. Bu kadın, ama bu kadın; başkalarının evlatlarına kendi evlatlarıymış gibi sevgi ve şefkatle bakıyor.”

Biz ikinci kahvelerimizi içerken gençler kalktı. El-ele, birbirlerinin omuzuna yaslanarak meydan boyunca yürüyüp gittiler. Kadın mı? Kadın, yüzündeki sevgi ve şefkat dolu gülümsemeyi hiç bozmadan, onlar kayboluncaya kadar gözleriyle onları izledi. Sonra elindeki kupayı hatırladı. Ağzına götürdü. Soğumuştu herhalde, yudum almadan masanın üzerine geri bıraktı. Yüzündeki gülümseme solmuştu. Kendi dünyasına geri dönmüştü belli ki. Bir süre dalgın gözlerle meydandan gelip geçen kalabalığı izledi.

Aradan otuz küsür yıl geçti. Ben,o gün bu gün, ne zaman el-ele yürüyen iki genç görsem, o kadının gözlerindeki ışığı hatırlar ve o gençlerin mutluluğundan kendime pay çıkarırım o kadından esinlenerek.

Lütfi BİLİR

COŞKUN KARABULUT - TERSPEKTİF

Ben buradayım

sen orada.

Burada olduğum için

ben buralı oluyorum

sen orada olduğun halde

hiç oralı olmuyorsun.

                       Coşkun KARABULUT

YERALTI NOTLARI – GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT

Fırat nehri akıyor gözlerimin önünde, Hazar Baba dağları yükseliyor ihtişamlı heybetiyle. Sonra kızım geliyor aklıma. Üzerinde beyaz önlük, boynunda stetoskobuyla. Oğlumu görüyorum mahkeme salonunda. Üstünde siyah kırmızı cübbesiyle adalet dağıtıyor, suçsuz bir anneyi hüküm giymekten kurtarıyor. Vakit sabah mı, yoksa akşam mı bilmiyorum. Bağırıyor, sesimi duyuramıyorum; neden bu kadar çok üşüyorum?

İçli bir ağlama sesi duydum, bu kızımın sesi. “Anne!” diyor birisi. Allah’ım sana şükürler olsun, bu benim oğlum. Demek ki ikisi de yaşıyor. Bağırarak konuşuyorum. “Korkmayın ben buradayım. Mutlaka bizi kurtarmaya gelecekler. Sakın uyumayın!” diyorum. Sürekli konuşuyor, onlara bir şeyler sorup uyutmamaya çalışıyorum. Bir taraftan da gittikçe tükendiğimi hissediyorum. Güçlü olmam gerektiğini biliyorum. Yalnız olsam, kendimi ölümün kollarına bırakacağım ama oğlum ve kızım buralarda bir yerlerde. Onları göremiyorum ama seslerini duyuyorum. Ben susarsam onlar da susar, bunu iyi biliyorum.  Sırayla masal, tekerleme, kelime bulmaca… Aklıma gelebilecek her türlü kelime oyununu oynuyorum onlarla.

Dalmışım, uyandım. Depremden sonra ne kadar vakit geçti? Acaba kaç saattir buradayız?  Uzun bir zaman aralığının geçtiğini biliyorum. Ağırlaşan bir zamanın koyu hüznünü yaşıyorum. Gittikçe umudumu kaybediyor, fakat bunu çocuklarıma hissettirmemeye çalışıyorum. Ölürken Ahmet’e verdiğim söz geliyor aklıma. Ne olursa olsun yaşadığım sürece çocuklarımızı koruyacak, onlara kol kanat gerecektim. İyi de neden bu kadar soğuk.  Çocuklarım; ah çocuklarım! Üşüdüklerini, acıktıklarını ve çok korktuklarını söylüyorlar. Ocak ayındayız ve yerin bilmem ne kadar altındayız. Üşümemizin normal olduğunu düşünüyorum. Hayallerimi, bir yandan üstümdeki taşa toprağa akıtıyor, bir yandan da inanmasam da toprağın üstüne çıktığımızda yapacağımız şeyleri çocuklarıma anlatarak onlara moral vermeye çalışıyorum. Dua ediyorum. İçimden çocuklarımın kurtulması için sürekli dua ediyorum.

Ölümün neresindeydik acaba, kaçıncı saatini bekliyorduk?

Kımıldamaya çalışırken elimin yumuşak bir şeye değdiğini hissettim. Bir an için kızım ya da oğlumun olabileceğini düşündüm. Dikkatlice kontrol etmeye çalıştım. Defalarca seslendim fakat hiçbir tepki alamadım. Bu elin sahibi yaralı veya baygın yahut da ölmüş olmalıydı. Ona yardım etmek istiyor ama yerimden kımıldayamıyordum. Oğluma seslendim cevap vermedi. Kızıma haykırdım, etraf da sessizlik…  Defalarca seslenmeme rağmen ikisinden de yanıt alamadım. Hıçkırıklarla ağlamaya başladım. Çocuklarım ölüyordu. Kalan son gücümle bağırmaya başladım. “Yardım eden yok mu? Allah aşkına yetişin!”

Yok! Hiçbir ses, hiçbir hareket yok… Zifiri karanlık örtüyor her bir yanımı.

Kimseyi üzmediğimi, kırmadığımı düşünüyorum. Yaşlı bir kadının gözlerini görüyorum. Ya da hayal… Taşıdığı ağır poşetini ondan alıyor, evine kadar bırakıyorum.Dualar ediyor bana. “Allah seni darda bırakmasın kızım!”

“Üzerime devrilen duvarlar arasına sıkıştım.” diyorum.

Cüzdanını kaybetmiş bir genç duruyor karşımda. “Abla!” diyor, “Kötü niyetli insanların eline geçseydi benim cüzdanım, asla sizin gibi geri getirmezdi bana cüzdanımı. Sen çok iyi bir insansın. Merhametlisin, vicdanlısın.” Yüzündeki memnuniyet ve mutluluk bir sıcaklık üflüyor ayaklarıma. 

Takır tukur sesler duymaya başladım.  Yoksa bizi buldular mı diye umut kapılarını bir bir araladım. Sesimi duyurmak için tekrar tekrar bağırdım. Sanki insanlar konuşuyordu. Yoksa halüsinasyon mu görüyordum. Sesler iyice yükselmeye başladı. Yardım istemek için olanca gücümle bağırdım. Tok bir sesi, cılızca duydum.

“Sakin olun sizi bulduk. Birazdan çıkaracağız!”

Karanlıklar içinde bir ışık süzülüyor betonların ve duvarların arasından. Konuşulanlar çok daha net duyuluyor şimdi. Işığa doğru ünlüyorum:  “Üç, hayır dört kişiyiz, yalvarırım çabuk olun, diğerleri ölüyor. Beni bırakın çocuklarımı kurtarın!” diye ağlıyorum.

Üzerimde duvarlar, kolonlar yok. Kolumdaki iğne izleri de ne böyle?

Hastanedeyim. Çocuklarım geldi aklıma. Doğrulmaya çalışarak “Mert oğlum, Mine kızım neredesiniz?”

Sakin olmalıymışım, çocuklarımın ikisi de hayattaymış, durumları iyiymiş. Sedye gelince onları görebilecekmişim. Hemşire söyledi.  

Gözlerime inanamıyordum. Çocuklarımın ikisi de sağdı. Bütün vücutlarını gözden geçirdim sağlam görünüyorlardı.  İçimdeki buz kütlelerinin erimeye başladığını hissettim. Güneş pencereden bana gülümsüyor, gökkuşağının bütün renkleri odaya yansıyordu.

“Biri daha vardı doktor, o nerede iyi mi?“ Belli ki çocukların bir travma daha yaşamasını istemiyordu doktor. Başını öne eğdi:

“Siz şimdi bir an evvel iyileşmeye bakın. Başka şeyler düşünmeyin.”

“Anne!” dedi Mine.

Mine’nin anne diye başlayan nidası yarım kaldı. Kapı yarım açıldı, sokakta yaşamaya çalışan bir çocuk yarım ekmek dilendi bir fırıncıdan.

Kalkıp kızıma sarılmayı düşündüm. Ama nedense bacaklarımda bir ağırlık vardı ve katı bir güç benim ayağa kalkmama engel oluyordu. “Kızım korkmana gerek yok, hepsi bitti.” diye onu teselli etmeye çalıştım.  Mine’nin alt dudakları iyice sarktı. Ağlamaklı bir ses, pencerenin pervazına konan kuşları ürküttü: 

“Anne, bacakların nerede?”

( 2020  Elazığ depreminde yaşanan  gerçek bir olayın öyküsüdür)

HEYBEMDEKİ ISLIKLAR

uyuyakalmazsak biz bu istasyonda

gece on ikiye doğru

hâlâ düşün vagonlar geçiyor olursa

şayet raylarımızın üstünden

heybemizde yarım yamalak ıslıklar

sıkışmış halde bir köşeye

omzumuzdaki söküklere aldırmadan

uzaklar bırakarak gamla kederle

ya da kampanalar ısırırken kirli şehrin

fesleğence konuşanlarını

kara kuru banklarda yara fasikülleri

üfleyeceğiz demektir

kül olmak da iyi bir şeydi

sakıncalı ve legal yüzümüzü

yıkayınca anladım ki

göğsümün tam ortasını kemiren

çetrefil bir anlamsızlıktı bu

gitgide toprağız biz oysa seninle

içimdeki sloganla karşılaşmanın

sıcaklığına

koyu gölgeliklerin bile faydasız kalır

çünkü uykudan uyanır gibi

çalılıklara takılıyor gömleğim

çelik dikenlerle soruyorum sana

bir serçe öksürünce yırtılıyor mu kelimelerin

ve terliyor mu avuç içlerin hâlâ

                                                     İlker Gülbahar

YAKARIŞ

Biz birbirine deli sarmaşık kuluz ancak

Sevdanın en büyüğü var içimizde ya Rab!

Böyle giderse hicran hiç eksik olmayacak,

Vuslat saatini tez kur içimizde ya Rab!

Ayrı kalırsak büyür, ur içimizde ya Rab!

Ne yaş dinliyor ne de saçımızdaki akı,

Her geçen gün derine iniyor aşkın kökü.

Dillere destan olan Leyla ve Mecnun ne ki?

Bağlılığın şiddeti sır içimizde  ya Rab!

Sadakat yeminleri tur içimizde ya Rab!

Kılavuzken yol şaşmak işte tam bu olmalı,

Rüya var ise mutlak bir uykusu olmalı,

İçtikçe bizi yakan, aşk tuzlu su olmalı,

Hasretin alevleri kor içimizde ya Rab!

Sanadır her duamız, zar içimizde ya Rab!

Güç sende, kuvvet sende, istersen can alırsın.

Kaybolsak da ikimiz, bizi bizde bulursun.

Her şeye sen kadirsin, yalnızca sen bilirsin.

Bu sevginin miktarı, bir  içimizde ya Rab!

Gönlümüze serptiğin, nur içimizde ya Rab!

Tek bir çadır et bize yıldızlı asumanı,

Aman mahrum bırakma, cananla dolu canı.

Yazgımıza ortak kıl mekani hem zamanı,

Kaderin ağlarını ör içimizde ya Rab!

Kar beyaz tutkumuzu gör içimizde ya Rab!

İlker Gülbahar

Düş Kesiği Deprem

Naftalinli baharımızı içten içe yedi
Altı Şubat'ın emir eri güveleri

Çifte kar ile çeliklendi paslı hüzünler

Gök ehli kısrakların heybesindeki ruhlar
Canımıza kızarmış nal çakarken
Etimizi mor öğütüyordu donan değirmen

Tuğba dalında sandık arıyordu
Kuşların susuşları

Hiç olduğunu haykırıyordu
Bazılarının tanrı sandığı mal mülk altınlar

Zeytin gölgesinde olgunlaşıyordu
Melek bekleyen dua ve aminler

Çocukluğu uçuruma düşen Ya sin Ah met'ler
Kırık kolonların yakasına yapışmış
Uçurtma ister gibi ebeveyn istiyordu

Bir korku vardı birde ahir aynası
Konuşurken üçümüz kaosun serencamını

Yıkık duvarlara yaslı uykuma
Bir düş sırnaşıyordu

Zifire nam saldı beyaz bir tren yolu

Cennette sahici sevginin böğründen
Öksüzlere anne merhemi
Yetimlere baba merhemi devşirdim

Yedi uyurlar
Mağaranın haritasını verdi dişi kuşlara

Güneş gönlünden ne koparsa

Eyüp "Veren Allah alan Allah" diyordu
Tartmadan hibe ediyordu sabrını

Meryem ana çokça
Turfanda Allah'a adanmışlık

Kurtuluş savaşı koşarak geliyordu
Oda Kuvayı milliye ambarından bolca
Filizlenecek direnç dolduruyordu

Tamam Allah'ım düşü başlatan bitirsin
Doldu benim semerim

Uyanıyorum sırtımdan küfeyi alıyor Maraş
Avuçlarımdaki vagonlardan taşıyor emanet

Herkes düşünün efendisi
Bismillahirrahmanirrahim

Önce çocuklar gelsin
Açsınlar yaralarını

Dinsiz Eflatun

Maraş işi ceviz sandıkta
Saltanat sürüyordu
Adet ve geleneğin
Ham kumaşına emanet ettiğimiz din

Üstünde
Batı sömürgeciliğinin kristal vazosu

Bir karanfil demeti bilimsel inkar
Kırmızıya üfürülen
Kafessiz kuşların mahrem çığlıkları

Sandık kapağını açan
Kanola arzular

Kanaviçenin iliğine sızan
Bayağı haşhaş

 

Sivri kırmızı
Keskin sarı
Dinsiz eflatun

Kim geçirir
Zihnime saldıran
Renk emperyalizminin et acısını

Kişnemesin diye kara günahkarlık
Duadan başka çareler lazım

Elinde kırbaç
Beyaz bilim beyaz felsefe
Beyaz edebiyat lazım

Yağmuru toprağa verin 
Elif'in ateşine susuzum ben

Kazım GÖK

Hayatın Hesabı

O kırık aynalara bakamıyorum sensiz;

N’idem can kırıkları tırmalıyor yüzümü.

Suyun kör oltasına gelmez akıllı balık,

Alır yakamozların titrek şavkı gözümü.

Dal uçlarında saklı parlak, yeni dünyalar,

Elbet herkes,kendini herkesten iyi bilir.

Tutuşturursa ateş yanmaya teşne mumu,

Der ki Mevlâna, yakan alevden ne eksilir?

Ben patikalarında yorulmuyorum artık,

Fikrin arterlerinde hiç kesilmez nefesim.

Ne oldu şehirlere, neden sakin ve tenha?

Göçtüm dağlar başına kalabalık adresim.

Nice nefes tükettim ulu dost pazarında,

Fabrika bacasından ölü canlar yükselir.

Kuş sütü sofralara kaşık vurur dikenler,

Çiçeklerin bahtına düşen asit de nedir?

Ayarsız terazide adalet çiçek açmaz;

Nice arar durur halk, bulmak için huzuru.

Atalet hiç gerekmez hakkın gözü adalete,

Yoksa yıkılır devlet, kalmaz insan onuru.

O kırık aynalara hiç bakmıyorum artık;

Tuz buz oldu hayatı bunca masum insanın.

Çökük ruhla hak yolda iş görür mü kılavuz,

Hesabı da sorulur zulmetteki her anın.

                                               Hüseyin Say

SALKIM SÖĞÜT RÖPORTAJLARI-2 RÖPORTAJ: Celalettin KURT

 

ALİ AVGIN İLE SANAT-EDEBİYAT EKSENİNDE BİR GEZİNTİ

“AŞK HER ŞEYE MEYDAN OKUMAKTIR”

*Kısaca kendiniz tanıtır mısınız? Ali Avgın kimdir?

Adettendir soruların “kendinizi tanıtır mısınız” diye başlaması. Birçok röportajımda bu soruya verdiğim cevap; “yazarın kim olduğu değil, okurun sizi nereye koyduğu” ile ilgilidir bana göre. Bir yazarın ürettiği cümleleri okurken birlikte bir yolculuğa çıkarsınız. Yazarla konuşur, onu anlamaya çalışır ve cümleleri de kendinde yeniden yorumlayarak yazarla anlaşmaya varırsınız. O anlaşma aradaki bağdır. O bağ sizin kim olduğunuzu ortaya koyar. Kimlik bilgilerinin bir önemi yoktur. Şu tarihte doğdu ve yahut şu okulu bitirdi diye…

Fakat yine de merak edenler için kısaca kendimden bahsedeyim; 1958 yılında Kahramanmaraş’ta doğdum. Liseyi, şimdiki Yedi Güzel Adam Müzesinin olduğu taş binada okudum. Zira o yıllarda orası Ticaret Lisesi olarak hizmet veriyordu. Üniversite eğitimini,  Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinde tamamladım. Halen kendi işyerimde faal olarak Mali Müşavirlik hizmeti vermeye devam ediyorum.    

*Basın ve Edebiyat Dünyasına attığınız adımın serüveni ile ilgili neler söylersiniz?

Basın ve edebiyat bir araya geldiğinde tarihin melodi-dram tiyatro oyunu ortaya çıkar. Yaşanmışlıkların sahnelenmesi yani. Basın demek tarihe küçük notlar düşmek demektir. Edebiyat ise, küçük notlardan yola çıkarak, hayatı yorumlama ve yaşamın akışını anlatma anlamı taşır. Gençlik yıllarımdan bugüne gazetecilik benim bilinmeyen tarafımdır. Merak ve bir yanlışlığa dikkat çekmek, o yanlışı düzletmeye gayret etmek içimde hep var olan bir girişimcilik ruhu idi. Girişimcilik kendiliğinden gelir, o akışkan ve değişken yaşamın içerisinde farkına varma yeteneğinin açığa çıkmasıdır. Farkına vardıklarımı belli bir zaman basın dünyasında köşe yazılarımla kaleme almaya çalıştım. Sonra o dünyanın küçük notları, birikimleri, kitaplara dönüştü. Maraş’ın sokaklarını gezmek için geçmişin sokaklarını ve insanlarını çok iyi bilmek gerekir. Romanlarımdaki Kahramanmaraş’ın gizemi de buradan geliyor olmalı. Bir nevi geçmişi geleceğe bağlamak gibi.

ŞİİR, BİR YÜREK SESİDİR. ŞAİRLİK SONRADAN KAZANILMAZ.

*Roman batı edebiyatı kaynaklı bir edebi tür iken, sizin yayınlamış olduğunuz üç romanınız var. Roman yazma iştiyakı sizde nasıl zuhur etti, yazdığınız kitaplar hakkında bize neler söylersiniz?

Artık şu Doğu-Batı Edebiyatı ayrımından kurtulmamız gerekli. Destan, şiir, öykü yazmak için bilginin taşması, sevginin coşması, acının dışa vurumu gerekli. Kısaca yaşanmışlık olmalı. Zat-ı âliniz, bizim bildiğimiz kadarıyla, şairlik yönü ağır basan bir kalemsiniz. Yine bilinen bir şey daha var, o da; gerçek anlamda şairlik,  diğer edebiyat ve sanat dalları gibi sonradan alınan, eğitimlerle kazanılacak bir merhale değildir. Şiir, bir yürek sesidir. Ama siz şairliğin yanında öykü ve roman da yazıyorsunuz. Bu gün bir şiiri ele alalım; her insanda farklı duygular yaratıyor. Bu, okuyucunun şair ile ortak bir noktada buluşması demektir. Bir şiir yüzlerce sayfalık roman olabilir. İşte roman; şiiri inceden inceye, ilmek ilmek işlemek, detaylarını sunmak değil midir? Bir nehri meydana getiren su damlalarını birleştirerek, coşkun bir şelale haline getirmek değil midir, roman; “bir ceylanın bakışına vuruldum” derken, sizde yarattığı hayal ile gerçek dünyanın buluşması değil midir? Ceylanın gözlerini öne çıkartan bir su kaynağı olabilir, bir gül bahçesi olabilir, bir ay ışığı olabilir. Yazdığım üç romanın şiiri, hikâyesi ve öyküsü Kahramanmaraş’tır. Bütün bunlar benim gerçekliğimin, vazgeçilmez parçalarıdır.

AŞK HER ŞEYE MEYDAN OKUMAKTIR

*Aşk sözcüğü sizde ne ifade eder? Çünkü üç romanınızda da aşkı anlatıyorsunuz. Aşk sizi hangi cephelerden kavrıyor?
 

Aşk! Ne büyük bir sözcük, değil mi? Kocaman bir dünyanın içinden size seslenen sizin ilgi alanınız. Kadın için erkek, erkek için kadın ya da anne-baba için çocukları. Çocuklarının geçimini sağlamak için çalışan ebeveynlerin işlerine duyduğu samimiyet. “İşine âşık olmak” diyoruz değil mi? Bir insan neden işine âşıktır. Yaşam kalitesini korumak ve yarınlara umutla bakmak için. Aşk çok büyülü bir kelime; sınırsız yorumlama yapılabilir. Romanlarımdaki aşkın ortak noktası Kahramanmaraş. Köyü, kasabayı gezen ve güzelliğine hayran kaldığı mekânda da geceleyen bir aşktan bahsediyorum. Aşk, bir arayış içinde olmak, aradığını bulabilmek için yola koyulmak, bazen yolunu kaybetse de tekrar doğru yolu bulma hali değil mi? Aşk, bende devamlı bir arayış içerisinde olmaktır. Zira aşk her şeye meydan okumaktır. Bir maviliğin sonsuzluğuna adanmış bir ömrün, dünyaya hapsolmuş ruhu gibidir AŞK. Güzeli isteyen ve güzel için alın teri döken bir yaşam. Tam oldu derken yeniden kaybetmek gibi. Yetiştirdiğin bir gülün ya da heybetli bir atın bir anda yok olması gibi. Gülü ya da atı yetiştirirken size daima destek olan hayat arkadaşını kaybederken onu sonsuzlukta anmak gibi. AŞK, garibin çölde araya araya nihayet bulduğu suya ulaşıp, yolculuğa devam etmesi gibi bir şey… Aşk, bir yuva; yuvanın güvenliği. Bir garip güvercinin ruhunu doyuracak bir günaydına hasret kalması gibi. Romanlarımda bu kavuşanların kaybetme hikâyeleri var. Tam kavuştum derken…  AŞK mı? Sonuç olarak; kelimelerle anlatılamayacak kadar yüce bir duygu.

YAZMAK İÇİN TAŞMAK GEREKLİ

*Yeni roman yazarlarına tavsiyeleriniz nelerdir?

Yaşamak ve küçük notlar almak. Yaşanmışlıkları biriktirmek ve zamanı geldiğinde tespih tanesi gibi cümleleri art arda dizmek. Yorumlanmış olanı çok iyi anlamak, yazılmış olanları çok iyi analiz etmek ve farkındalıkları yakalayıp uygulamak. Yazarları anlamlı kılan başarmaktır. Onlarca kitap yazabilirsiniz. Lakin o kitapta yaşanmışlıklar sana ait değilse, cümleler senden doğmuyorsa okurda da karşılığını bulmuyor. Oturup yazayım derseniz yazamazsınız, yazmak için önce yaşarsınız, uykusuz kalırsınız, yorgun düşersiniz, kitabın kahramanı sizsiniz. Ve kahramana eşlik eden romanın karakterlerine hep sen rol biçersin. Bu da yaşanmışlıktan gelen birikimin sonucu. Bir karakteri alır, birilerine benzetirsiniz; onu kötü karakter yapan sizsiniz. Ve o karaktere yıllardır söylemek istediğin ama söyleyemediğin sözcükleri de söylersin, ya da söyletirsin. Yazmak için taşmak gerekli. Taşmak için de yaşamak. Notlar bir araya geldiğinde yorumlamak ve kurgulamak kalıyor geriye. İşte o kurgulama sırasında önce kitabı kafanda yazıp bitiriyorsun, sonra süslemek kalıyor. Yazmak, kafanda tasarladığın o taşları, yerli-yerine koymaktır.

Çeşitli sivil lnsiyatif kurumlarında aktif görev aldığınızı biliyoruz. Halen Kahramanmaraş Edebiyat ve Sanat Derneği (MESDER) yönetim kurulu üyesi olarak dernek faaliyetleri içindesiniz.  MESDER’in işlevi ve faaliyetleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Mesleki yoğunluğum hayli fazla olmasına rağmen, kültürel kaygısı olan sivil toplum kuruluşlarının içinde bulunmak, etkinliklerine katılmak, görev almak beni mutlu ediyor. Dediğim gibi icra ettiğim meslek zihnen yorucu bir meslek. Benim farklı meşguliyetlerle uğraşmam, bir nevi  hayatın bunaltıcı  ruh hallerinden sıyrılıp, tabir yerindeyse, teneffüse çıkmak gibi hafifletici bir uğraş. Halen, Kahramanmaraş Mali Müşavirler Odası yönetim kurulu üyesi, başkan vekili olarak görevim var. Ayrıca uzun yıldan beri Kahramanmaraş Musıki Derneği ve Kahramanmaraş Hz. Mevlana Kültürün Araştırma ve Yaşatma Derneklerine katılıyor, neyzen olarak bulunuyorum. Kahramanmaraş Tarih Kültür ve Turizm Platformu yönetim kurulu üyesi ve genel sekreteri olarak faal bir sivil toplum kuruluşu içinde araştırmalar, etkinlikler tertipliyoruz.  Diğer yanda gazeteci derneklerinde mensubiyetimiz devam ediyor. Tüm bunların yanı sıra mensubu olmaktan gurur duyduğum bir dernek daha var ki siz de belirttiniz; MESDER Kahramanmaraş edebiyat ve Sanat Derneği…

Mesder’de sizlerle beraber bir gayretin içindeyiz. Yaz mevsimi olmasına rağmen, haftada üç gün derneğimizde buluşarak, edebiyatımız adına Kahramanmaraş’ta neler yapabiliriz konusunu tartışıyoruz.  Güzel projeler de gerçekleştirdik. Örneğin bunlardan birisi, dernek başkanımız Lutfi Bilir ve zat-ı âliniz Celalettin Kurt ismiyle çıkardığınız, Onikişubat Belediyesi tarafından basılan “Her Yanım Çığlık - Deprem Şiirleri” kitabınız, şehrimiz edebiyatı adına geleceğe taşınan kültürel bir miras olarak güzel bir hizmettir.

Çalışmalarımda her zaman ilham kaynaklarımdan biri de dostlarım olmuştur. Zira herkesin bir karakteri var. Benim de o karakterlere biçmem gerek roller…  Karşılıklı bir durum.  Bu gibi mekanlarda bir araya gelmek, konuşmak, yazarların üretkenliği ve veriminin artmasını sağlar diye düşünüyorum. O sebeple edebiyata ilgi duyan gençlerimizin, bu gibi edebiyat mahfillerinden istifade etmelerinin gerekliliğine inanıyorum.

Son romanınız *Germanicia Güzeli” adlı eserinizde, romanın final bölümü büyük bir deprem sahnesiyle tamamlanmıştı. Asırlar sonra tıpkı o romandaki gibi büyük bir depremle karşı karşıya kaldık. “Germanicia Güzeli”nden günümüze duygularınızı merak ediyoruz. 

“Germanicia Güzeli” romanımda, geçmişten günümüze Kahramanmaraş’ı taşıyorum. Hikâyesinde merak ve aşk var. Tarihten kopup gelen gerçekleri bir araya getirmek gibi.

“Germanicia Güzeli” romanımızda kaleme aldığım deprem tasviri ne manidar ki on beş asır sonra yeniden romanın geçtiği kentte bütün şiddetiyle yeniden yaşandı ve yaşadım.  Kitabı okuyanlar 6 Şubat depremi sonrası tarafımıza o bölümün sözcüklerini paylaşarak kendilerindeki duyguları paylaştı. Romandaki deprem anındaki bir kopuş, yok oluş ve kurtuluş vardı. Kurtuluş aşkın kurtuluşuydu.

Depremin izleri tarih sahnesinden asla silinmeyecek. Nasıl ki asırlar öncesini ”Germanicia Güzeli” Romanına konu etmişsek, 6 Şubat depremleri de asırlar sonrası hatırlanacaktır. Bu hafıza tazelenmesine elbette bizlerin vereceği eserler hizmet edecektir en çok da.

BAZEN BİR AN GELİYOR Kİ HER ŞEY BİR ANDA HİÇ OLUYOR

“Germanicia Güzeli” romanında tasvir ettiğiniz deprem sahnesini, sanki asırlar sonra kitabın yazarı olarak bizzat siz yaşadınız. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?   

Aslında bu konulara pek fazla girmek istemiyordum. Fakat yaşadığım ve yaşadığımız bir gerçek de var ortada. Allah hepimize sabır versin. Zor bir imtihandan geçtik ve geçiyoruz. Hani neveser bir şarkı sözü var ya:

Nale-i cangâhı canan duymuyor
            Neyleyim tedbîre takdîr uymuyor

Bazen bir an geliyor ki her şey bir anda HİÇ oluyor.

Enkaz altında kaybettiklerini düşünürken, bir yanda da kurtulmayı beklemek… Tam vazgeçmişken bir ses duyup hayata tutunmak. Ses vermesini istediğin hayat arkadaşının, neşesiyle evine yaşam enerjisi katan yavrunun sesini duyamamak. Dağları delen bir aşkın çaresizce bekleyişi. Ve kurtuluş. Hastane odalarında geçen süre. Bir damla su için yalvarmak. O bir damla su nedir biliyor musunuz? Tüm kaybettiklerine yetecek gözyaşını içinde saklayan bir damla. Şimdi toprak bana farklı şeyler söylüyor. Farklı şeyler fısıldıyor. Bir an bir çığlık kopuyor. Sessizleşiyorsun, sakinleşiyorsun, yalnız kaldığında yeniden o ana dönüp sesleniyorsun. Ses yok, nefes yok, dışarıdan bir ses yeniden bekliyorsun.

MESDER’i sordunuz ya işte o çınlayan sesi bastıran zamanları yaşadığım yer. Dalıp dalıp hayattan koparken, kendime getiren dostların sesi. Her gün enkazlar arasında gezinirken; bir bina yıkılırken çıkan toz ve o tozun çığlığını duymak gibi yaşamak. Şehrin her tarafı çığlıklarla dolu. Kiminin eşi, kiminin çocuğu, kiminin annesi-babası… O çığlıklar hiç bitmeyecek. Velhasıl kitabınızın ismi gibi “Her Yanım Çığlık”

Evet, şimdi buradayım şu an oturuyorum ve sizin sorularınızı cevaplıyorum. Bir an durup her şeyin bittiği o ana dönüyorum. Sonra bu zamana gelmek o kadar zor oluyor ki…

Sizi duygulandırdık. Sorularımıza içtenlikle cevap verip bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

SÖZSÜZ ŞİİRLER

Sözsüz şiirler yazdım umuda dair.

Kafiyesi, redifi sabır ve dua.

Ne falcı bilebilir, ne de bir şair

Evvelimiz malum da, ahir hayrola.

Hece hece bölündük, anlam kayboldu

Mısra mısra giderdik oysa her yola.

Aşikâr olsun derdik, adı gayb oldu

Karanlığın ertesi aydınlık ola.

Ağıt değil, türküler dolansın dile,

Halaylarda buluşsun dostlar kol kola.

Görünmeyen harflerle kazıdım bile

Yüreğim bundan sonra hep umut dola.

Tezay  TEZCAN AKKURT

20 Mayıs 2023

VAR MIDIR?

Kim bilir nereye göç eder kuşlar?

Nedendir bu bitmek bilmez telâşlar?

Umuda yolculuk yürekte başlar.

Yolun sonu nedir bilen var mıdır?

Ayırt etmez beyaz ile siyahı

Kim neylesin geç kalınmış eyvahı?

Aheste çıkarmış  mazlumun âhı,

Vicdanına hesap soran var mıdır?

Dağı deldi Mecnun Leyla uğruna.

Hasretinden taşlar bastı bağrına.

Şifa gelmez beşerden kalp ağrına.

Muhabbet bağına giren var mıdır?

Gözün gördüğünü kulaklar duymaz.

Karanlık dimağlar bir türlü aymaz.

Arif olan ölse sözünden caymaz.

Bu dünyada huzura eren var mıdır?

Tezay TEZCAN AKKURT

VAZGEÇTİM

Sizin olsun sırça köşkler, otağlar,

Fâniyim ben, fânilerden vazgeçtim.

Yıkılmaz  sandınız tepeler dağlar?

Ben düz ovalarda  kalmayı seçtim.

Hani ebediydi bu eşsiz  yapı?

Mezar taşlarının yanından geçtim.

Açılır sonsuza o büyük kapı,

Umut tarlasından, tevekkül biçtim.

Bir bir hatırladım olup biteni,

Sabır şerbetini ne zaman içtim?

Bu çivisi çıkmış, bozuk düzeni,

Bir şey sandığımda, nasıl da gençtim!

Tezay TEZCAN AKKURT

   

MUSA AĞACI

Anlat Musa Ağacı,

Nasıl kaldın üç bin yıldır ayakta?

Asa iken yeşerdin âb-ı hayat suyuyla.

Çaresiz kaldın mı hiç ölüm korkusuyla?

Yıkılırım sandın mı en ummadık bir anda?

Sen anlat, Hatay nasıl başa çıksın,

Bu amansız acıyla?

Sokaklar yıkık, kimsesiz, sessiz.

Her köşe başında kaybolan bir hatıra.

Gözyaşları sel oldu o mahşer meydanında

 Söyle Musa Ağacı sen hiç evsiz kaldın mı?

Köklerinden ayrılıp gurbete yol aldın mı?

Sen ki ölümsüzlüğün, yaşamın ta kendisi,

Sağanak sağanak ölüm yağan geceye uyandın mı?

Anlat Musa Ağacı Hatay nasıl dirilsin?

Dirilmek nasıl olur en iyi sen bilirsin.

Ellerini semaya aç ey Musa Ağacı

Gönüller bir olmadan dinmez bu büyük acı.

Bitsin kara kış artık, Hatay’a bahar gelsin.

Ölümsüzlük suyuyla kuru dallar yeşersin.

Tezay TEZCAN AKKURT

09 Nisan 2023

BİR GÜN GELİR

Bir gün gelir,

Sarı sayfalı bir defterde kalır hatıralar.

Yılların yorgunluğu çöker omzuna.

En yakın şahidindir, yüzündeki çizgiler.

Artık çok da parlak değildir bakışların.

En sevdiğin mevsim sonbahar olur.

Ömrün gibi azalan her bir yaprak,

Ders verir gibidir sana.

Kaç bahar geçmiştir, kim bilir?

Nice kuşlar konmuştur yemyeşil dallarına?

Onlar da göç ederler mevsim hazan olunca.

Kışlar korkutmaz seni eskisi gibi,

Alışıksındır sert rüzgârlara.

Bir gün gelir,

Sarı sayfalı defterin son sayfasıdır artık,

Vakit veda vaktidir.

Kapanır defter, biter hikâyen,

Bir varmışsın bir yokmuşsun gibi…

Tezay TEZCAN AKKURT                                                                                                   

LÂL

Yürek kafesime kilit  vurdular,

Umut kuşum uçmak ister, uçamaz.

Kapımın önünde dönüp durdular,

Kaçmak istese de gönül, kaçamaz.

Kara kâbusları hayra yordular,

Boşa kürek çeker elim, varamaz.

İçimde tutuşan kızgın  kordular.

Lokman hekim bu yarayı saramaz.

Can evime viraneler kurdular,

Hesap sormak  ister gönül, soramaz.

Ümidime mani birer surdular,

Lâl olmayı  ister dilim, duramaz.

Tezay TEZCAN AKKURT