YARIŞMA SONUÇLANDI
16 Eylül Cumartesi günü MESDER binamızda basın duyurusunu yaptığımız, MADO’ nun sponsorluğunda ödüllü ulusal “Deprem ve Yaşam” konulu “Öykü” yarışmamız, 06 Kasım 2023 tarihinde tamamlandı. Jüri üyelerimiz Prof. Dr. Kemal TİMUR, Dr. Tacettin ŞİMŞEK ve Eğitimci / Yazar Ramazan AVCI Bey’ler yarışmaya ülkemizin dört bir yanından gönderilen 220 adet öyküyü büyük bir titizlikle inceleyip 20 Kasım 2023 tarihinde sonuçlandırdılar. Yarışma birinciliği Karaman’dan İbrahim ŞAŞMA, ikinciliği Eskişehir’den Gülşah DEMİRCİ, üçüncülüğü Erzurum’dan Yaşar BAYAR ve mansiyonu ise yine Erzurum’dan Ali KATKAT kazandı.
Biz Mesder olarak, öykü gönderen 220 yazarımıza da buradan teşekkür ediyoruz. Hassas çalışmalarından dolayı jüri üyelerimize de teşekkürü bir borç biliyoruz. Dereceye giren yazarlarımızı şehrimize davet edip, 16 Aralık Cumartesi günü saat 18.00 de Mado Evi’nde tüm basınımızın önünde ödüllerini takdim edeceğiz…
Daha sonraki aşamada Yarışmaya katılan öykülerden elli tanesi (Puanlamaya göre üstten ilk elli) Mado tarafından kitaplaştırılarak yurt sathında dağıtılacaktır.
18 Kasım Cumartesi günü, MESDER/ KSÜ organizasyonuyla, "Mesder-Akademi Edebiyat Sohbetleri” nin ilkinde Prof. Dr. Yakup POYRAZ hocamız, uzmanı olduğu “Divan Şiiri” konusunda bize çok değerli bilgiler aktardı.
23 Kasım Perşembe günü, Mesder binamızda Türk Ocakları Kahramanmaraş Şubesinin tertip ettiği “Ocakbaşı Sohbetleri" kapsamında Prof. Dr. Kemal TİMUR Hocamızın “Ahmet Mithat Efendi’ yi ve onun eserlerini konu alan söyleşiyi dinledik.
28 Kasım Salı günü Mesder binamızda, Kahramanmaraş İstiklal Üniversitesinden Dr. Öğretim Görevlisi Macide BAŞLAMIŞLI'nın “Kurtuluş mücadelesinde BAYRAK HADİSESİ” başlıklı konferansını dinledik.
Aralık ayında Mesder binamızda yeni faaliyetlerimizde buluşmak dileğiyle sizlere iyi okumalar diliyor,
saygılar sunuyorum.
Lütfi BİLİR
Mesder Yön. Kur. Bşk.
2- Lütfi Bilir Şiir
ŞAİRİN KADERİ
Yazdı
duyarak yazdı
çok yazdı hem de.
Kimseler anlamadı.
Sustu sonunda
hem de ebedi.
Hayret;
herkes anladığını söyledi.
3- Celalettin Kurt
"YEL ESSİN KOKUN GELSİN"
Gurbetin kahrı acı
Nedir acep ilacı
Taktım ayrılık tacı
Yel essin kokun gelsin
Gittin buruk kelâmla
Tebessümlü selâmla
Gönül yazdın kalemle
Yel essin kokun gelsin
Sen gideli dargınım
Yaram kanar vurgunum
Başım eğik yorgunum
Yel essin kokun gelsin
Yürek döndü hazana
Boyun eğdim yazana
Erişemem sûzana
Yel essin kokun gelsin
Başım bulut dumanlı
Hasretliğim amanlı
Dizim tutmaz gümanlı
Yel essin kokun gelsin
Kalbi korla közledim
Gönlü gönle sözledim
Gül kokunu özledim
Yel essin kokun gelsin
Ara sıra ses ver yâr
Sesin bile gönle kâr
Şimdi yalnız hayâl var
Yel essin kokun gelsin
Ek rüzgârı seçeyim
Ben burada biçeyim
Aşk iksirin içeyim
Yel essin kokun gelsin
Daha dolmaz mı vakit
Etmiştin benle akit
İşte başım çok sakit
Yel essin kokun gelsin
Derdim dertler içinde
Hepsi bin bir biçimde
Gecelerin üçünde
Yel essin kokun gelsin
Yüreğim lime lime
Eyle bir kaç kelime
Gelsin çarpsın dilime
Yel essin kokun gelsin
Gün uzadı yıl oldu
Yıllar yıllara doldu
Gönlün çiçeği soldu
Yel essin kokun gelsin
Turnalar geldi gitti
Zaman zamanda yitti
Bende tahammül bitti
Yel essin kokun gelsin
Celalettin Kurt
4- Hanifi Yılmaz
ORTAK YANLARIMIZ VE KIRILMALAR
Ortak yanlarımızı düşündüm de, sonuçlarına üzülmedim diyemem. Bakalım sizler ne dersiniz. Bir kırk yıl geriye doğru gittiğimde anılarımı zorladığımda, bizleri mutlu kılan dostluklar, komşuluklar, arkadaşlıklar yaşamış, hatta bu erdemli yaşantımızı devam ettirme adına, nice fadakârlıklar yaparak, vefakarlığımızın devamı için cefa çekmiş olsak da, nefsi gayretler sarf etmişiz. Her daim birbirimizi aramış sormuş, dertleri ve sevinçleri paylaşarak mutlu yaşamışız…
Kısaca mazimize şimdiye nazaran daha güzel yaşanmışlıklar bırakmışız. Bunlar  hoş seda olarak baki kubbede yerini almış erdemli hasletler. Anlatmakla bitiremeyeceğimiz gibi tekrarından da usanmayız çoğu zaman. Bazen derin bir âh çekerek başlarız söze, bazen de 
"hey gidi günler hey!" diye başlangıç nidasıyla geçmişin güzel anılarına yolculuk ederiz. Kederlerimizi hazan gibi, sevinçlerimizi ilkbahar tadında anlatırız…
Sonra uzun bir sessizlik alır bizi mazinin sayfalarından bugüne getirir. İnce bir tefekkür neticesinde kendimizi kıyaslarız adeta, sorgulama kapısında imtihan atmosferine gireriz…
Ortak yönlerimiz ne alemde, hatırlamak, sizlerle paylaşmak istedim. Mesela en son kimi ziyarete gittik, hal hatır sorduk, ekonomik durumuna vakıf olup bir yardımda bulunduk. Dostlarımızın kaç çocuğu var, ne iş yaparlar, yolda görsek tanır mıyız veya onlar bizi tanıyıp, ata baba dostu deyip sahip çıkar mı, yoksa canlar mevta olduktan sonra her şey bitmiş mi olur! Komşuluklarımız şimdi nasıl, eskiye nazaran daha yakınız şimdi, aynı apartmanda oturuyoruz, bir birimizle ne kadar alakadarız. Selamlaşıyor hal hatır soruyor muyuz, hastalık, geçinme durumlarından haberdar mıyız!
Ölmüşlerimizle ne durumdayız, çocuklarımızı alıp mezar ziyareti yaptığımızda, ziyaret adabı içinde neler yapıyor, çocuklarımıza Fatiha okumasını hatta ne anlama geldiğini anlatarak güzel bir örnek olmuş muyuz? Din konusunda hassasiyetimiz ne durumda, çocuklarımıza bu konuda neler verebildik, yoksa özgürlük adına engin bir hoşgörüye kurban mı ettik, çok yakın bir tanıdığımın evladı "ben ateistim" dediğinde kendimden utandım. Yeniden inancımı ve yaşantımı sorguladım , bir kırk yıl sonrasında nerden nereye geldik. Farkındalıklarımız kırılma noktasında acziyete düşmüş ne yazık ki!
En son oğlumuz veya torunumuzla ya da bir dostumuzla camiye birlikte gidebildik mi yoksa üçüncü haftaya mı bıraktık son cumayı. Mevlâ ile diyalogumuz ne âlemde, dertleşebiliyor halimizi anlatabiliyor muyuz? O bize şah damarımızdan daha yakın olmasına rağmen, her gün bizi gözetlemesine rağmen…
Ya gayelerimiz, hedeflerimiz, okuduklarımız, kazanımlarımız. Ne kadar başarabildik, erdemli insan olma yolunda neler kazandık neler kaybettik, yoksa yıllarca hayran olduğumuz mefkureler inkisara mı uğradı. İdealimizde olan örnek insanların yerlerini başkaları mı doldurdu. Sol cenah hiçbir zaman sağ öncülere itibar etmezken, bizler nasıl da kırk yıl önce beğenmediğimiz fikir ustalarını şimdi dilimizden düşürmüyoruz!
Kazançlarımız ne durumda, helal-haram noktasında duyarlılığımız ne durumda, buna makam mevki, şan şöhret de ilave edebiliriz. Hedefe ulaşabilmek için neler yaptık, kimlerin hakkını yedik, kimleri üzdük, otokritik noktasında nefis mücadelesinin neresindeyiz…
Bir de edebiyatımız var gönül penceremizden seyrine doyamadığımız. Neler yazdık, ne eserler bıraktık, eserimizi kendimiz mi yazdık yoksa kopyala yapıştır havasına mı girdik. Ne kadar okumuşluğumuz, örnek almışlığımız var. Edebiyat sevgisiz aşksız her daim eksik olduğuna göre, bu ahengin neresindeyiz… Ortak noktalarımızı bir daha gözden geçirelim mi ne dersiniz! 
Hanifi Yılmaz
5-Ömer Kaya
SALKIM SÖĞÜT DÜŞLERİ
Bir ağustos akşamı, Pınarbaşı koyunda 
Yeşeriyor içimde, salkım söğüt düşleri 
Dolunayın gül pembe, suya düşmüş gölgesi 
Şavkı bin bir biçimde, salkım söğüt düşleri 
Yakamozlar akseder, mavi sular bağrına 
Müptelayım sevdiğim, onulmayan ağrına 
Muhtaç oldum ben şimdi, yürek sözlü çağrına 
Büyür gönül göçümde, salkım söğüt düşleri 
Yeşilimsi yapraklı, bengisular kaynaklı
Kaynağında nice bir, hep hâtıralar saklı 
Yarınlara nikâhlı, sevdası aklı paklı
Kuşkanatlı uçumda, salkım söğüt düşleri 
Ömer Kaya baktıkça, döner maziyi düşler 
Damla damla dökülür, ela gözünden yaşlar 
Hayallere tutunur, içinde umutlar başlar 
Ak beyazlı saçımda, salkım söğüt düşleri
Ömer KAYA 
6- Banu Sancak
KAPI
I.
Kapı…
Kuş tüneği çalı,
kiraz alı,
zeytin dalı,
at nalı.
Rengarenk
bezeklerle işlemeli.
Eşiğinde 
Sadi’nin;
“Birkaç damla kan,
Bin bir endişe”
dediği insan seli.
II.
Hani 
eşikte devinirken kalbim,
başlama noktasından çıkamamış
safkan bir at gibi,
terleyen bilincimi kırbaçladı
ötelerden gelen
o esrarlı ses;
-Uzlet selamettir!
Tenhana mukayyet ol!
dedi
ve ardına bakmadan gitti...
 -Alınmamış selam,
varılmamış sıla,
öpülmemiş yâr değil midir şimdi bana,
gönül atımı koşmadan çatlatan dünya?
III.
Allı morlu güller
aşina bir yastır bana,
geceden sıyırdığım siyah tüller
yıldızlı libastır bana.
Anladım ki
Ben buralı değilim,
bana göre değil
bu yurtsuz kalabalık.
-Başka yerler tekinsiz
 kalbine dön!
'Kalbine dön'
 diye haykırır
gözyaşımda çırpınan balık. 
IV.
Göğsümdeki fetretin
nöbetidir bu ağrı...
Kesret İçre Vahdet'in
davetidir bu  çağrı.
V.
Ey Ömer!
Ya beni yanına çağır
ya bu azgın kalabalığı dağıt!
Adalet’in boynunu
büktürme bana…
 -Levh-i mahfuza geçsin 
yazdığım bu kâğıt,
Nuşirevan’ın zincirini
çektirme bana.
VI.
Ya Rab!
Bu kapının kuluysam
açmadan soldur beni.
Aşkın ile kokmazsam
kendi ellerimle yoldur beni.
Çünkü kalbim;
bir tek senin için çarpar
ve bilirim ki siyah güller
yalnızca kendi toprağında açar.
VII.
Rahat uyu,
rahat uyu!
Ey göğüs kafesimde
kımıl kımıl çatlayan at,
bin pirus zaferinden üstündür inan,
yapayalnız bir ricat.
Kimin ardına düşer, verdiği son nefes?
Kimin rûhuna şifa olmuş ki bu dünyadan aldığı heves.
Hangi kelâm galebe çalabilir Aşk’a
ya da
hangi düşmanın gücü yetebilir kendinle verdiğin savaşa?
VIII.
Elbet bir kavgadır dava,
Kimi zamansa onurlu bir İnziva.
Şimdi;
unutulmuş bir erdemin   
vicdanına bırakıyorum
bozduğum tüm ezberleri.
-İbadet bildim yalnızlığı,
Ebûzer’in yalnızlığını
anladığım günden beri.
Banu SANCAK
7- Nafiz Yıldırım Mihriban Tahlil
ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN MİHRİBAN ŞİİRİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Sanat ,dünyanın en büyük ve en tesirli silahıdır. Yüzyıllar da geçse tesirini ve etkisini kaybetmez ve
kaybetmeyecektir de. Günümüze kadar Müslüman toplumlarda sanata ve edebiyata pek de muteber
bakılmamış ve sanat, bu toplumlarda hala tam anlamıyla anlaşılabilmiş de değildir. Oysa son yüzyılı
baz alırsak görülecektir ki batı toplumları sanatı ve edebiyatı muazzam bir silah olarak kullanmışlar
ve de kullanmaktadırlar. Üçüncü dünya ülkelerini bu silahla vurmuşlar ve vurmaya da devam
etmektedirler. Buna mukabil doğu toplumlarında sanat ve edebiyat hep küçümsenmekte ve hatta bu
toplumlarda fuzuli bir eğlence olarak görülmektedir. Ancak bu toplumların geçmişlerinde derin izler
bırakmış hadiselere, yetişmiş liderlere ve bu liderlerin arkasındaki kitlere baktığımızda hepsinin
arkasında sanatçıları ,şairleri görürüz…
Şüphesiz Türk edebiyatında da Sanatı- Edebiyatı idrak etmiş gücünü , tesirini anlamış ve anlatmış sanatçılarımız ( şair ve yazarlarımız ) olmuştur. M. Akif gibi, N.Fazıl gibi, Nazım Hikmet gibi… Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. M. Akif sanatını (şiiri) Milli Mücadele yıllarında ve sonraları muazzam bir silah olarak kullanmış, O’nun Çanakkale şehitleri manzumesi hala tesirini kaybetmemiş, yandıkça gücünden bir şey kaybetmeyen tılsımlı bir kütük gibi aynı şiddette yanmaya ve yakmaya devam etmektedir. Keza N.Fazıl (her zaman söylerim; Akif’in diktiği fidanı-Asımın neslini) gözyaşlarıyla sulamış ve bu çınar bugün bütün cihana dal budak salmıştır. Bugün ülkemizi yöneten insanların bunların tezgahında yetiştiklerini de düşünürsek haksız olmadığımız anlaşılacaktır. Mihriban şiirine geçmeden bu bahsi Üstad N. Fazıl’ın:
“Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış
Gerisi yalnız çelik çomak oynamakmış!”
İfadeleriyle tamamlayalım ve esas mevzuumuza geçelim. Mihriban şiirine tahlil yapma ihtiyacı nerden
çıktı gibi bir sual akla gelebilir şüphesiz. Tahliller kabul görmüş dillerde pelesenk olmuş değerler için
yapılır. Bu bağlamda “Mihriban” şiiri de bu çalışmayı –tahlili – hak ediyor zannındayız. Yine bu
şiire çok tahliller, incelemeler yapılmıştır ne lüzumu var ki diye bir sual akla geldiğinde, biz dahi
kendi penceremizden bakarak yahut baktırarak böyle bir değeri taçlandıralım istedik…
Bu bağlamda A.Karakoç’a ve o’nun Türk Edebiyatındaki yerine bakmakta fayda var düşüncesindeyiz.
Karakoç , Türk Halk Edebiyatındaki ozan, aşık geleneğinin yirminci yüzyıldaki en büyük temsilcisi
hatta son ustalarından biridir. Karacaoğlan’ın ,Dadaloğlu’nun, Emrah’ın, Seyrani’nin çizgisinin
devamında Karakoç’u görmekteyiz. Karakoç bu isimlerden en çok Seyrani’ye yakındır dersek daha
doğru olur . Çünkü her ikisinin de şiirlerine bakıldığında aşkın ,hicvin ve tasavvufun iç içe olduğu
,yine her ikisinin de aşık geleneğinden geldiği görülecektir. Kısacası bunların elinde hece kıvrak bir
ceylan gibi sekmiş ,sivri ve hızlı bir ok gibi hedefine saplanmış olduğu görülmektedir. Bu bağlamda
Seyrani’yi ve Karakoç’u bir potada işleyip değerlendirmek gerek düşüncesindeyim. Biri 19.yüzyılın
diğeri 20. yüzyılın iki güçlü hece ,aşk, hiciv ve tasavvuf şairidir . Her ikisinde de hece, aşk ve hiciv
zirve yapmıştır. Bu bağlamda Karakoç’a aşk ve hiciv şairidir dersek yanılmış olmayız.
Tekrar Mihriban şiirine dönecek olursak , Mihriban şiiri ,son elli yıla damga vurmuş, dilden dile
gezen bir şöhrete sahip olmuştur. Bu haklı şöhreti şüphesiz şairinin gücünden gelmektedir ancak
hakkını iade etmek anlamında Musa Eroğlu‘nun bestesiyle de şöhrette zirve yapmıştır diyebiliriz.
Yine bazı tahlilciler Mihriban şiirinin tahlilini yaparken bu tahlilcilerin şiire zoraki tasavvufi bir hava
vermeye çalıştıkları görülmektedir ki biz bunlara kesinlikle katılmıyoruz. Ancak şiirin geneline
bakıldığında yer yer tasavvufi ifadeleri yakalamak mümkün olsa da, şiirin tamamında beşeri aşkın
zirve yaptığı görülmektedir. Tasavvufi ifadelerin şiirde yer bulması şairinin beslendiği kaynaklar
açından son derece normaldir. Karakoç’un hem yaşamında hem de sanatında şüphesiz tasavvuf
zaman zaman kendini gösterir ancak şiirin yazıldığı dönem ( Karakoç’un yaşı) itibariyle bakıldığında
şiire tasavvufi bir hava vermek haksızlık olur.
Şairin ve şiirin gücü, şairin şiirde yakaladığı imgelerden anlaşılır. Bize göre imge şiirde kullanılan
orijinal ifadelerdir yoksa şiire sadece ahenk açısından (vezin-kafiye-ses tekrarı ve dil gibi)bakarsak
şiiri de şairi de hafife indirgemiş oluruz. Bu bağlamda bu şiiri farklı kılan da içinde barındırdığı
orijinal ifadelerdir. Yalnız Mihriban şiirinin ikinci bölümüne baktığımızda imge yönünden üç zayıf
dize; “Yıllar sinene yaslanır-Hâtıraların paslanır-Bu deli gönlün uslanır” dışında neredeyse imgeye
hiç rastlamıyoruz. İkinci bölümde klasik Halk şiiri anlayışının hakim olduğu , imgelerin yani anlam
derinliğinin çok az olduğu sığ ,sade bir şiirle karşılaşıyoruz.. Kısacası şiirin ikinci kısmının birinciye
göre zayıf kaldığını söylemek mümkündür. Şiire haklı şöhreti sağlayan da bize göre birinci
bölümdeki bu imgelerdir.” Sarı saçlarına deli gönlümü bağlamışlar- Lâmbamda titreyen alev
üşüyor- Her nesnenin bir bitimi var ama- Kar koysan köz olur aşkın külüne”
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban!
Şair , sadece içinde bulunduğu aşkın büyüklüğünün ve yüceliğinin anlaşılabilmesi için bu tür
ifadeleri kullanmıştır. Divan ve Halk Edebiyatı geleneğimizde sevgili hep siyah saçlıdır,sarı saç pek
kullanılmaz. Sevgilin saçları ,zülüfleri siyah, yüzü ay gibi beyaz ve parlaktır. Sevgili zıtlıklarıyla
güzeldir. Bilinenin aksine şairin, sevgilinin sarı saçlarına deli gönlünü bağlamış olması aslında
sağlam bir aşk da değildir . Kısacası sevenin de sevilenin de aslında ayakları tam yere
basmamaktadır. Yani tamamıyla madde ağırlıklı bir sevdanın kokusunu alıyoruz. Şairin deli gönlünü,
sevgilin sarı saçlarına (ezelde)bağlamışlar ,sonra sevgilinin sarı saçlarına deli gönlünü bağlayan
aşığın kendisi de değildir . “Bağlamışlar” ifadesiyle bu aşkın ezelde karar kılındığını,yazıldığını
söyler . Bize göre sadece ona, yani içinde bulunduğu aşka yücelik ve kutsiyet atfetmek açısından
“bağlamışlar” ifadesini kullanmıştır ki tasavvufi hava olduğunu iddia edenlerin birçoğunun da
hareket noktası bu kelimedir. Bize göre şair , sadece sevgisinin büyüklüğünü anlatmak için
kullanmıştır bu kelimeyi. Yoksa buradan tasavvufi bir hava çıkarmak haksızlık olur.
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban!
Divan ve Halk Edebiyatı geleneğimizde hep ayrılıktan şikayet edilir. Kavuşmak ,sevgiliyle bir olmak
pek de tercih edilen bir şey değildir. Her ne kadar aşık, ayrılıktan şikayet etse de bu halden
memnundur. Çünkü kavuşmak aşkın mezarıdır düşüncesi yaygındır ve aşk ise ayrılıktan
beslenmektedir… Ayrılıktan zor belleme ölümü ,ayrılığın ne demek olduğunu ancak aşıklar bilir ve
belki ölüm bir defa acı verir ama ayrılık her gün acı verir denilir... Aşığın kaderi de ayrılık ve
hasrettir. Aslında aşık bu halden memnundur , gamı ve aşkı besleyen de ayrılıktır. Ama bu ayrılık
ölümden zordur ve kavuşulması kıyamete kalmış bir ayrılıktır. Bu da ancak gerçek aşıklar tarafından
bilinir ve görülür. Burada şairin divan şiiri geleneğine hakim olduğunu görüyoruz. Yani şair divan
şiirindeki aşık-maşuk ilişkisini iyi bilmektedir.
Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lâmbamda titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban!
Yüzyıllardır bilinir ki aşık sadece sevgiliyle meşguldür ve onun dışındaki her şey lüzumsuzdur.
O.Yüksel Serdengeçti’nin “Senin için geliyor dediler aklım gitti , gelirsin aklım gider gidersin aklım
gider “ dediği gibi. Sevgili de her zaman aşığın aklını, fikrini meşgul ettiği için ,aşığın gözü ondan
başkasını görmez. Belki de şiirin en güçlü bölümü burasıdır. Şair zıt unsurları kullanarak şiirini
zirveye taşımıştır. Lambada titreyen alev üşüyor. Yani sevgilin adı geçtiğinde aşığın aklının
gitmesi,gözlerinin görmemesi çok normal ancak bu öyle büyük bir aşk ki alev yani ateş bile titremekte
üşümektedir. Sonra aşkı mantıkla, akılla anlamak ve anlatmak da mümkün değildir . Onun ne izahı ne
de mantığı vardır. Kağıda yazılarak da anlatılması mümkün değildir. Mevlana’nın “aşk nedir
“sorusuna “ben ol ki bilesin “ dediği gibi. Bu sorunun izahı da anlatılması da mümkün değildir
,ancak yaşanarak bilinir ve aşkın, önü de arkası da acı ,özlem, ayrılık ve hasrettir. Bunlar da yazıyla
sözle anlatılır şeyler değildir şaire göre…
Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban!
Şair buraya kadar olan kısımlarda bize genel anlamda aşkın tarifini ve boyutunu çizmiştir. Daha
sonra da çizmeye devam edecektir. Ancak bu bölümde bilenen anlamda sevgilinin nazından
,hilesinden ve aşığını dile düşürmesinden şikayet etmekte olsa da şair (aşık) yine de bundan şikayetçi
değildir ve bunu bir kabulleniş halindedir.Çünkü bu bir gelenektir ve her zaman sevgili naz eder, hile
eder ve aşığını dillere düşürür. Şair bunu aslında beklemektedir ve “eski töre bozulmuyor” diyerek
sevgilinin vefasızlığının eski bir gelenek olduğunu buna da rıza gösterdiğini söyler.
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban!
Aşkın izahı da çaresi de yoktur ve tedavisi de mümkün değildir . Fuzuli’nin “ Ya Rab bela-yı aşk ile
kıl aşina beni – Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni” dediği gibi aşıklar bu halden memnundur
ve bunun çaresiz bir şey olduğunu iyi bilmektedirler. Çünkü aşk zirvedir ve herkese de nasip olacak
bir şey değildir. Sonra her canlı ölecektir , her şey son bulacaktır ama aşkın hududu da sınırı da
yoktur. Yunus’un “ Ölürse tenler ölür, aşıklar ölesi değil” dediği gibi. Bu ifadelerden de şairin
tasavvuf kültürüne sahip olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Ancak yine mezkur ifadelerden
hareketle şiirde tasavvufi bir hava vardır demek yanlış olur.
Boşa bağlanmamış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban!
Şairin , Divan edebiyatı şiir geleneğine hakim olduğunu söylemiştik, Gül ve bülbül mazmununu
kullanarak aşkının boyutunu anlatmaktadır. Yine zıt unsurlar kullanarak ”Kar koysan köz olur aşkın
külüne” imgesiyle aşkın mantıkla, akılla izah edilemeyeceğini , fizik kurallarının burada işlemediğini
söylemektedir. Aşk o kadar sıra dışı, güçlü bir şey ki yanmış tükenmiş külü bile, karı köz etmeye
yetecektir. Aslında bu kadar sıra dışı oluşlara ,olumsuzluklara rağmen şair yine de bundan şikayetçi
değildir ve böyle sıra dışı bir hadiseye (aşka) kara ,talihsiz bahtının nasıl dayandığına şaşırarak
hayret etmektedir. Kara baht ile sevgiliye ulaşamadığını gam ve keder içinde olduğunu anlıyoruz. Bu
kadar eziyete ,gama ,hasrete rağmen gönlünün bahtının ezilmediğini, bu işten vazgeçmediğini ve
aşkında da kararlı olduğunu sevgiliye haykırmaktadır.
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban!
Şiirde baştan sona muhatap sevgilisi Mihriban gibi görünse de ,Şair hem aşkın tarifini, sıra dışılığını
hem kendi aşkının,yüreğinin büyüklüğünü sevgiliye hitap ederek anlatmaktadır.Evet aşkın tarifi şudur
diye kesin bir tanımı, hududu yoktur. Ancak onun ne olduğu çekenler bilir. Ve aşk aslında bir safa
,eğlence ,zevk de değildir . Aslında aşkta safa umanlar aşkı bilmeyenlerdir denilmiştir. Şair de bunu
bir dert ,gam olarak tarif etmektedir. Hatta izahı, çözümü olmayan bir kördüğüme benzetmiştir. Bu
kördüğümü kendisinin çözemediğini zaten çözmenin de mümkün olmadığını söylemektedir. Aslında
yüzyıllardır işlenen bilinen bir temanın farklı bir boyutta dile getirilmesinden başka bir şey değildir
Karakoç’un Mihriban şiiri . İmgeler bakımından yine halk şiiri geleneğimiz içerisinde yazılmış en
güçlü aşk şiirlerinden biridir dersek yanılmış olmayız…
Unutmak kolay mı? ” deme
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım
Şiirin ikinci bölümüne yüzeysel olarak baktığımızda şekil ve içerin değiştiğini ,anlam derinliğinin
azaldığını görmekteyiz. Sanki burada şair sevgilinin şikayetlerini özellikle ayrılıktan şikayetini dile
getirmektedir. Edebiyatımızda sevgilinin nazını,sitemini ,vefasızlığını görürüz ama aşktan şikayetine
kolay rastlayamayız .Bu bağlamda Mihriban şiirinin birinci bölümünde aşığın, ikinci bölümde de
sevgilin (maşukun)sesini duyuyoruz. Yani birinci bölümde şair kavuşamamaktan şikayet ederken
ikinci bölümde ayrılıktan şikayet eden sevgili olmuştur. "Unutmak kolay mı? deme/ Unutursun
Mihriban’ım; maddi aşk için unutmak ve unutulmak en son istenilecek arzu edilecek şeydir. Her ne
kadar unuttum, unutuldum dense de yürek de hiçbir şey, hele iz bırakmış olanların unutulması mümkün değildir. Bir başka şairin "Yüreğim bir kabristan ey sevgili / Ne sevdalar gömdüm ben yüreğime /Kimine türbeler yaptırdım ,kimine mezar taşlarını bile çok gördüm" dediği gibi. Bir şeyin
unutulması mümkün değildir, gönlümüze gömer ve sadece üzerine toprak atarız, unuttuk diye de
kendimizi kandırırız. Bu hakikati zaman bile değiştiremez. Her ne kadar hafıza-i beşer nisyan ile
maluldür denilse de bize göre bu nisyan , yani unutma hali sadece sıradan olaylar için geçerlidir. Aşk
için böyle bir ifadenin kullanılması mümkün değildir. Zaten bu hakikati Karakoç’un kendisi de
“Bazen aklıma düşüyor. Ben “unutursun” diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor, diyerek itiraf etmiştir.
Gün geçer, azalır sevgi
Değişir her şeyin rengi.
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.
Evet zaman her şeyin ilacıdır derler, şüphesiz unutulmasa da “gözden ırak olan gönülden de ırak
olur” denilir. Karakoç da bunu bilmektedir ve ‘gün geçer,azalır sevgi /Unutursun Mihriban’ım’
dizeleriyle zamanla her şeyin değişeceğini ,sevginin azalacağını söyleyerek , sevgiliyi başka ifadeyle
kendisini teselli etmektedir. Yine de şair kesin çizgiler koymayarak ‘belki’ demektedir. Yani unutman
da unutmam da mümkün değil ama belki unutursun demektedir , aslında unutmak da unutulmak da
istememektedir. Zaten hiçbir seven ve sevilen de unutmak ve unutulmak istemez; çünkü unutulmak
ölüme eş değer bir şeydir.
Yüzeysel olarak ele aldığımız ikinci bölümden sonra şiiri şekil yönünden de incelediğimizde ;Halk
edebiyatı şiir geleneğimizin Karakoç’ta güçlü bir şekilde devam etiğini görüyoruz. Birinci bölümde
nazım şekli olarak koşma , nazım birimi olarak da dörtlük kullanılmıştır. Milli ölçümüz olan hecenin
11 li kalıbıyla yazılmıştır. Duraklar pek sağlıklı değil, 6+5 ile başlamış 4+4+3 ile devam etmiştir ve
şiir boyunca durakların yer değiştirdiği görülmektedir. abab / aaab / cccb / dddb /cccb / dddb
şeklinde kafiye düzenine sahiptir. İkinci bölümde nazım şekli olarak Semai tercih edilmiş ve 8 ‘li hece
vezni kullanılmıştır. Güçlü kafiyeler ve rediflerle şiire hareket ve coşkunluk katılmıştır. abab/
cccb/dddb… şeklinde devam etmiş dize tekrarlarıyla ahenk oluşturulmuştur. Kısacası şiir ahenk(
duraklar hariç) bakımından kusursuzdur. Zaten bestelenip dilden dile dolaşarak haklı bir unvana
sahip olması da bunu göstermektedir.
Ezcümle Karakoç’ların ( Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç ve kardeşi Abdurrahim Karakoç)
varlığıyla seviniyorduk ; ama son on yılda üçü de güzel atlara binip bizi terk ettiler. İnşaallah Türk
Edebiyatındaki boşlukları en kısa zamanda dolar. Hepsini saygı ve rahmetle selamlıyoruz…
Nafiz YILDIRIM
           
8- Kevser Züleyha Baysal
Avuçlarımda Kalbimin Külleri
Yüreğimin kanıyla yazıyorum
bu satırları sana.
İçimde ukde bıraktığın her ne varsa,
Bağıra çağıra kusuyorum yokluğuna.
Kalbimin üzerine hasretini batıra batıra
Sövüyorum dünyaya.
Yolunu yordamını yitirmiş
bir berduş misali
Savaşın ortasında sağ kalmış,
sahipsiz bir ceset gibi;
taşıyorum sensizliği.

Yine kimsesiz,
Yine terk edilmiş,
o masum küçük kız çocuğuyum.
Yine savunmasız kaldım koskoca evrende.
Annemin öldüğü yaştayım.
Ömrümün yarısında hayata
sıfırdan başlıyorum.
Eylül’ün yirmi üçü
Sabahın beş’i
Bir Aşkın ruhumdan göç edişi.
Çığlığıma karıştı ezan sesi.
Astım hüznümü gökyüzüne
Dilimde çelimsiz sitemler.
Yüzüm, yüzünün yabancısı
Çoktan küstüm yeryüzüne.
 
İçimde binlerce ölü martı sesleri
Hayalimi çalan yorgun kelebekler
Düşümde uçamayan bitap serçeler
Mahzenimde çoğalan kahrım
Kanatlarımda eylül sancısı
Nevri dönmüş küfürler
Kulaklarımda yalnızlık uğultusu.
En çokta sensizlik.
Ağır geliyor!..
Ne yaparsam yapayım
Hiç bir şiire sığmıyor gönül ağrım.
Ruhum ayrılığa râm olmuş hüzün bestesi
Ruhum göçük altında.
Duyulmuyor efkârım
Lâl kesildi çağrım.
Avuçlarımda kalbimin külleri
Ellerimde ateşten güller
Yüreğimi sorma, yangın yeri!
Sesimde sustu bülbüller.
Şimdi sen benim,
dizginleyemediğim aşk acımsın.
Şakaklarımda zonklayan,
yarım bırakılmışlığım.
Her gece bölüyorsun uykumu
Söküyorsun kaburgamı canımdan
Gözlerimden çalıyorsun yetimlik duygumu
Kirpiklerim sayende sırılsıklam.

Bilirsin, hep dalgın yürürüm
Üstelik sakarım en hallisinden.
Nereye baksam yüzünü görürüm.
Hepte ürkerim gök gürültüsünden.
Bilirim, dönmezsin gövdemi ateşe versem
Nafile, cansız bedenimi yoluna sersem.
Veya, tövbekâr olup aklansam.
Tökezleyip düşerim nereye kaçsam.
Artık yoksun ya; canımı yakar
kime saklansam / sokulsam.

Ağlarım elbet
Çok sevdim onu
Canım ruhuma külfet.
Gelsin dünyanın sonu..
Herkese körüm, herkese yabancı.
Öyle özledim ki
Ömrümü törpülüyor bu zehirli sızı.
Öznesi yitmiş devrik cümleler
arasında boğuluyorum..
Dağılıyorum ihanetin doruğunda.
Kalbimin orta yerinde kızılca kıyamet
Kayboldum bu ayrılığın girdabında
Allah'ım  n’olur yardım et.

Ben gönlümün mağduru
Bu hayatın, mağlubuyum
Sustu dilimdeki pervasız avaz
Üşüdü boğazımda kelimeler
Söndü içimdeki ayaz.
Kurudu yürek kelamlarım.
Artık kimseye yok yararım
Kendime zûl,
Herkese zararım.
Kevser Züleyha  Baysal
9-  HİKMET ELİTAŞ
TURGUT GÜNAY'I (YETİK OZAN) ANARKEN
Bu yazımda Turgut Günay’ı yani Yetik Ozan’ı anlatmaya çalışacağım. Edebiyatla, şiirle iştigal edenler iyi bilse de Yetik Ozan çevremizde pek bilinmez.
Türk milliyetçiliği fikrinin seçkin bir kültür adamı olan Yetik Ozan (Turgut Günay), Arif Nihat Asya, Emine Işınsu, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Yavuz Bülent Bakiler, İsmail Gerçeksöz gibi milliyetçi şair, yazar ve romancılar arasında yer alır. Hele şiirde yeri ayrıdır.
Dilci ve halkbilimci bir akademisyen olmasının yanında modern bir şair olan Yetik Ozan; 1942 yılında Manisa’nın Soma ilçesinde dünyaya gelmiş, asıl adı Turgut Günay’dır. İlköğrenimini Aydın’da orta öğrenimini Rize de tamamlamıştır. 1966 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirmiş, daha sonra Kütahya Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 1967 yılının sonlarında Atatürk Üniversitesi’nin açtığı asistanlık sınavını kazanarak Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü asistanlığına geçmiş, 1972 yılında “Rize ve Ağızları’’ çalışmasını tamamlayarak doktor ünvanı almıştır.
Askerlik görevi sonrası  Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölü-müne öğretim görevlisi olarak geçmiş, akademik çalışmalarının yanında, TRT Kurumu Halk Müziği ve Halk Oyunlar Dairesinde mesai dışı bir görevle yönetim kurulu üyeliğinde de bulunan Turgut Günay, 14 Aralık 1978 tarihinde genç yaşta ebedî âleme intikal etmiştir. 
Yetik Ozan’ın zamansız ölü-münün ardından yakın arkadaşları Ahmet B.Ercilasun, Abdurrahman Güzel, Sadık Kemal Tural ve Saim Sakaoğlu şair hakkında çeşitli yazılar yazmışlar ise de daha sonra hakkında pek yazı yazan olmamış.
Gerek bilim, gerek kültür ve gerekse de sanat âleminde yetkin bir insan olarak önemli işlere imza atan Yetik Ozan; çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. İyi bir dilci ve halkbilimci olarak değişik yayın organlarında dil ve halk edebiyatı alanında makaleler yayımlamış, seminer ve kongrelerde tebliğler, bildiriler sunmuştur. Türk dilimin gelişimi konusunda çaba sarfetmiş, çalışmalarda bulunmuştur.
Başbuğ Alparslan Türkeş’in de damadı olan Turgut Günay şiirlerinin bir kısmını “Atmaca Uçurumu” isimli kitapta toplamıştı. Ölümünden sonra eşi Prof.Dr. Umay Türkeş Günay, Yetik Ozanın son yazdığı şiirlerle birlikte bütün şiirlerinin bir kitapta toplanması için ön ayak olsa da istenen neticeyi alamamış.
Turgut Günay’ı akademik kimliğinin dışında günümüze taşıyan, ona edebiyat ve düşünce dünyamızdan seçkin bir yer kazandıran “Yetik Ozan” mahlasıyla yazdığı şiirlerdir. Yine, “Firkatî” mahlasıyla söylediği âşık tarzı şiirleridir.
Yetik Ozan’ın şiirlerinin kendine has bir özelliği olup, onun şiiri taklit edilebilirlikten uzak bir yapıya sahiptir. Onun hangi şiirinin hangi mısra olursa olsun damgalı gibidir. Hiç kimse tarafından taklit edilemez. Şiirinde kullandığı kendine has fiilleri, kendine has fiilleri, kendine has isimleri vardır.
Onun şiiri Türk şiirinin gelenekten kopmadan nasıl modern hâle getirilebileceğinin somut örnekleridir... Yaklaşık 80 şiiri vardır... Firkatî mahlasıyla âşık tarzı şiirleri bu sayının dışındadır.
Ben Yetik ozanı Kilim ve Bağlama şiirleriyle tanıdım. 2004 yılında Dr.Barış Doğan ile hazırladığımız Anadolu Aşıkları Antolojisinin arka kapağında vefa örneği olarak şairin Kilim şiirine yer vermiştik. Şiir çok beğenilmişti.
Bu vesile ile Yetik Ozanı rahmet ve minnetle anıyorum. Ozanın Kilim ve  Sabır Irmağı isimli şiiri ile bu yazımı noktalıyorum.
KİLİM
El emeği, alın teri, göz nuru;
Bu kilimde üç çilenin yünü var,
Boşa değil şu kibiri, gururu,
Yedi iklim, dört köşede ünü var.
Renk almış yaylanın çiçeklerinden,
Desen tutmuş buğday başaklarından,
Gök kuşağı ağmış saçaklarından;
Üzerinde bir ilkbahar günü var.
Her teli bir pınar olup akmada,
Her düğüm yar gözü gibi bakmada,
Biçimler el ele halay çekmede;
Sanki ortasında köy düğünü var.
Bir ucunda bir destana başlanmış,
Bir ucunda gülle bülbül eşlenmiş,
Bir ucunda acı gerçek işlenmiş,
Bir ucunda tatlı düşler tünü var.
Yunus Emre tapınanda yüz koymuş,
Karacoğlan saz çalanda diz koymuş,
Köroğlu dört nala geçmiş iz koymuş;
Boylamında erenlerin yönü var.
Höyük gibi bengiliği yaşıyor;
Bağrında bir kutlu gömü taşıyor,
Yaşı nice yüzyılları aşıyor;
 Bu kilimde uygarlığın dünü var.
8 Sündüs Arslan Akcan
10- Sündüs ARSLAN AKÇA
Can Kimin Umurunda
gülmek ne denli yakışsa da yüzüme
kalbime iyi geliyor hüzün
aşktan; bir dirhem aşk ile
gönül sokağının sapağında
vuslat dileniyorum sabahlara dek
şimdi yağmurun altında sırılsıklam duygularla
geliyorum sana
belki diyorum
elem sinmiş kalbimi,
tebessüme sararsın yeniden...
belki diyorum tamamlarsın yarım kalan öykünün
eksik kahramanını
heybemde hatıralarım var giderken
bir bakışa vurulduğum andan kalan
kıvılcım düştükçe göğsüme
yeniden yokluğunla alazlandım
kan çanağı gözlerde.
çalmasın bu keman bir daha
bir daha çalmasın umutlarımı
can mı dedin ey yâr
can kimin umurunda!..
şimdi hangi öykünün kahramanısın,
bilmiyorum
bana yastık altı hüzünler bıraktın giderken
yüreğim gittiğin günden beri yetim çocuk
hayalin eteklerinde salınan nazlı kız
ve
insafına kalmış gelincik
hiç bilmedin uzun susmaların
hatırası yorgunluğu
hiç bilmedin,
gözlerini alıp gidişinden bu yana
gözlerimle olan sorgumu
bilemeyeceksin…
vakit güzü vuruyor artık
dalgın bakışlarıma seni sarıp
hayalin eteklerinde salınıyorum
gelincik ömrü kadar olsa da
biliyorum,
kirpiğimden sen düştükçe
yeşerecek düşlerim
baharda yeniden
ve sen
bilmeyeceksin
11- Asuman Soydan Atasayar
ÇALINTIYDI GÜLÜŞLER
Beklerken günü hülyalı pencerede
Sıcak bir omuzdu soluğumu ısıtan
Gece  uyurken sessiz sessiz
Mehtaba sırlar verdik elemsiz
Bir buse vermek gibi
En  gönle girmek gibi
Çalmıştık gülüşleri..

Firari duygular yeşerince kış günü
Palazlandı yaşanmayan mevsimler
Mısra denizinde yol aldı  gemimiz
Kelebek kanadını açınca ateş böceği
Kaç şiir limanına demir attık imzasız..
Oyun havası gibi
Çoban kavalı gibi
Çalmıştık gülüşleri

Hışmıyla yel yıktı da alemi
Güne ulaşmadı mehtaplı geceler
Bakışı buz tuttu ateşteki yüreğin
Saçlarından tutmaya ramak kala
Avucumda kaldı birkaç teli baharın
Günahsız suçlu gibi
Hayata borçlu gibi
Çalarken  gülüşleri..
Asuman Soydan Atasayar
12- Fatma Yıldız
GELECEĞİNİ BİLİYORDUM
"Enkaz altında kalan kızına ağlayan çaresiz bir  babaya,şehit olan kız çocuğunun  dilinden…"
Sen hep zamanında yetiştin baba,
Okul sonrası, gözümü cama diktiğimde de,
Oyuncak almak için para biriktirdiğimde de,
Canım çilekli dondurma çektiğinde de...
Gelip, beni okuldan götüreceğini,
oyuncak parasını yetireceğini,
Çilekli dondurmamı getireceğini biliyordum baba...
Bu kez, biraz geç kaldın...
Geç kaldın ama,elimi tuttuğunda, acılarımı bitirdin...
Biliyordum, baba,geleceğini biliyordum...
Fatma YILDIZ
13- Ebâ Müslüm Bıçakçı
ÖZGÜR DÜŞLERİM
Ah benim güzel memleketim 
gözümün nuru 
Yaşamın kıyısındaki canım
Canımdan öte memleketim
Bir mazi canlanır içimde her gün  
Yeniden uyanır yorgun düşlerim 
Bütün baharlar benim olur 
Arılar, kelebekler uçuşur, huzur içinde 
Ekin tarlalarında gelincikler açar
Yeşil başaklarla sevişirken rüzgâr
Toprak ayaklarından öper 
Patika yollardan geçersin 
El öpenler selâmlar seni
Uzaklardan şen çocuk sesleri gelir
En güzel umutlar yeşerir içinde   
Buram buram mutluluk kokar toprak
Çam kabuğundan arabalar 
Bir namın olur, bir de kuş lastiğin 
Tut ağaçlarında baştan karalar 
Dağ başlarında pamuksu bulutlar 
Sonsuz mutluluklar yaşarsın 
Ruhunda papatyalar açar 
Kasvetli günlere inat 
Sevdiklerine sarılırsın hasretle 
Umut; ekmeğin, aşın olur    
Sevinçten uçarsın sonsuz maviliklere
Hacı Abdullah Kozan
 
TEZ EFİL EFİL 
Yokluğun kor olur, yanar içimde
Bir sevda türküsü, naz efil efil
Ayrılık yarası, kanar içimde
Akar sevdalara, söz efil efil
 
Tutmuşum nazını, içimde sızı
Dökülür yaprağı, bahardan yazı
Bağlanır gönüle, gülümser nazı
Coşar bahçemizde, yaz efil efil
 
Yazılmış kadere, hasretin yeli
Ak düşmüş gülüme, incinir beli
Bu geda aşkına, pervane deli
Zülfünün telinde, gez efil efil
 
Topladık yükleri, göçümüz başlar
Maralın yaşları, ciğerim haşlar
Bir sevda uğruna, gülümü taşlar
Yükümüz sevdalı, bez efil efil
Yolumuz hasrete, çakılı kaldı
Vuslatım zahmete, takılı kaldı
Ovamız rahmete, bakılı kaldı
Yarınım meçhule, toz efil efil

Tutulduk sevdaya, önümüz yokuş
Ümitler içinden, bir ince nakış
Âşıktan maşuka, manalı bakış
Hacım da görünür, tez efil efil
Hacı Abdullah KOZAN
14-Ali Avgın mülakat
KERİMAN 
Henüz on altısında aklın esir olduğu
Mahalleden birine gönül verdi Keriman
Sevda hararetinin zirvesini bulduğu
Bir zamanda başını taşa vurdu Keriman
Gönül ferman dinlemez denilen bir zamandı
Duygular dalgalıydı başı kara dumandı
Kader aman demeden akla vurdu kemendi
Hayatın  güllerini erken derdi Keriman
Oysa asi bir yosma eğilmeyen bir baştı
Aşk aklı esir aldı tezden kıblesi şaştı
Uslanmaz asi ruhun bayrağı yere düştü
Eğilmeyen başını yere serdi Keriman
Gayrı vakit dolmuştu çaldı sevda sireni
Dönüşsüz yolculuğun başladı serüveni
Çok geçmeden yıkıldı aşkın yüce divanı
Ayrılık kalemini tezden kırdı Keriman
Artık yenik orduydu yıkılmıştı kalesi
Bu hayat savaşının başlamıştı çilesi
Tez vakitte sunuldu aşkın siyah lalesi
Kader düğümlerini sarpa sardı Keriman
Ve hayat girdabında başlamıştı telaşı
On sekize girmeden otuz beş oldu yaşı
Dikildi hanesine mutluluk mezar taşı
Istırap vuslatına tezden erdi Keriman
Artık ne okşanan baş nede bir şefkat eli
Bir enkaz bırakmıştı zamansız aşkın seli
Hayata kalkışmanın ağır oldu bedeli
 İstikbal gemisini yan yatırdı Keriman
Hüseyin  YILDIZ
Ekmeğini yedim, suyundan içtim,
Sokağını gezdim, yolundan geçtim,
Yuvasız bir kuştum, koynuna göçtüm,
Kol açıp sımsıkı sarıldın Maraş...
Şimdi, yüreğinden yaralı cansın,
Seni bu hallere koyan utansın,
Düşsen de sen hâlâ bir kahramansın,
Sadece savaşta yoruldun Maraş...
Gördüğün dehşetti, korkunç kâbustu,
Duvarlar can aldı,  taşlar kan kustu,
Vicdanı yoksunlar, sinsice sustu,
Per perişan olup kırıldın Maraş...
Kıyamet rüzgârı, başında döndü,
Binlerce yuvanın çerağı söndü,
O gece kara kış, baharı yendi,
Mağdur kaldığından, darıldın Maraş...
Üşüyen çığlıklar,  dudakta dondu,
Toz kokan bir ecel, göğsüne kondu,
Yer dizine aldı, bir ninni sundu,
Tatlı bir uykuda vuruldun Maraş...
Acı hicran oldun, ömür yazımda,
Ney gibi inlersin, gönül sızımda,
Hayallerim ölen ruh enkazımda,
Akan gözyaşımla duruldun Maraş...
Matem hüznü çökmüş, yeliz gözüne,
Dünya kirli geldi, temiz gözüne,
Bir umut saklıdır,  henüz gözüne,
Bir de  bakarsın ki, kuruldun Maraş...
Fatime Eli hüseyin Yıldız