SERDAR YAKAR

Onikişubat Belediyesi

Kültür ve Sosyal İşler Müdürü

MUHAREBENİN YİRMİNCİ GÜNÜ

( 9 Şubat 1920)

Vaziyette bir değişiklik yok. Kaç kaç devam ediyor. Kar, tipi, soğuk dinlemeden Dereli, Kerhan, Bertiz, Pazarcık, Göksun ve Çardak’a doğru ölümü kabullenmiş bir vaziyette gidiyorlar. Ermeniler ve Fransızlar bu kaçan kafileler üzerine mermi yağdırıyor. Kafileden ölenler oluyor. Bir meçhule doğru yol alırken bir daha memleketlerine dönüp dönemeyeceklerini de bilmiyorlar.

Arslan bey etraftaki köylerden yardım kuvveti istemeye devam ediyor. Pazarcık’a dönen Yakup Hamdi çeteleri geri çağrılıyor.

Her haliyle üstünlüğü ele almış olan düşman da çekingen davranıyor, istihkâmları bırakıp şehre inmeye cesaret edemiyor.

Fransızların çekilebileceği haberi Ermeniler tarafından çabucak duyuldu. Dünya başlarına yıkıldı. Buna inanmak istemiyorlardı.

Bu yüzden bu sabah bir grup Ermeni Amerikan misyonuna gelerek haberlerin gerçeklik derecesini öğrenmeye çalıştı. Amerikalılar bu haberi yalanladılar. “Savaşı kazanıyorlar nereye gidecekler” diye Ermenilerin gönlünü aldılar. Amerikalılar da bu acı gerçeği öğleden sonra Binb. Ordons’tan öğrenmişlerdi.

Amerikalılar Türk liderlerin teslim olmaya hazır olduğunu, bu konuda Amerikan misyonunun arabuluculuğunu talep ettiklerini bu mealde bir duyum olduğunu belirttiler.

Binbaşı Ordons, General’in durumu yeniden değerlendirebileceğini ifade etti. Ancak ortada Türk liderlerinden gelen resmi bir mektup veya belge yoktu.  Üstelik Türk tarafında teslim olmayı düşünen olmadığı gibi bunu dillendirenler hakkında da vur emri çıkmıştı.

Son gelişmeler Merkez Heyeti tarafından dikkatle takip ediliyordu. Aslan Bey yaptığı durum değerlendirmesinde Maraş’ın düşmesi halinde düşmana Sivas yolunun açılacağını ve Kuva-i Milliye hareketinin ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kalacağını belirtmişti.

Bu arada Albay Normand sabah erken saatlerden itibaren Türk mevzilerini şiddetle bombalamaya devam ediyordu.

Aradaki kuvvet farkına rağmen çeteler direnmeyi bırakmamışlardı. Ölümüne bir kararlılıkla savunmayı sürdürmüşlerdi. Bu arada halk arasında teslim olunacağına dair söylentiler de çıkmaya başlamıştı. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti halkı sükûnete çağıran bir beyanname neşretti.

Bu tarihe kadar Türklerin üstünlüğü ile devam eden savaş bundan sonra düşman lehine bir şekil almıştı. Eldeki mevzilerin çoğu düştüğü gibi Antep ve İslâhiye yolu da Fransızların kontrolüne geçmişti. Kuzey ve Batı cephesi elimizden çıkmıştı. Türk liderleri, birlikleri, aileler, kısaca tüm Maraşlı karamsar bir halde ne yapacağını bilmeden çaresizlik içinde kıvranıyordu.

 General Keret, Albay Normand’dan çekilmenin 24 saat sonra yapılmasını istiyordu. General Maraş liderleri ile son bir kez bir araya gelerek özellikle Ermenilerin durumunu görüşmek istiyordu.

General zor kararların eşiğindeydi. Türkleri teslim alıp düzeni sağladıktan sonra çekilmesi en doğru olanıydı.

Albay Normand ise birliklerinin hiç bir sığınağı olmadan eksi 18 derecede ordugâhta olduğunu, günde bir öğün yemek verebildiğini, hayvanların açlıktan öldüğünü ve 10 Şubat öğleye kadar çekilme işleminin tamamlanması gerektiğini bildiriyordu. General Keret çekilmeyi çaresiz kabul etti.

Fransızlar tahliye işlemini büyük bir gizlilik içerisinde yapmak zorundaydılar. Ne Türklerin, ne de Ermenilerin bundan haberi olmamalıydı.

Fransız topçusu ara vermeden bombardumanına devam ediyordu.  Kışladan hükümet binasını, Mercimektepe’den Bayezıtlı mahallesini şiddetle bombalaakta idi.

Son gelişmeler savaş karşıtı olan şehir eşrafının eline önemli kozlar verdi. Bunlar ısrarla teslim olmaktan yana idiler. Ermenilerin iyice boşalmış olan Divanlı mahallesini yakmış olmalarını da bahane ederek durumu tamamen ümitsiz gösterdiler. Restebaiye ve Bektutiye Mahallesi mücahitlerine haber salarak teslim olmalarını istediler. Onlar da son nefer kalana kadar savaşacaklarını asla teslim olmayacaklarını söylediler. Teslim olma ihtimali Maraşlılara ölümden beter geliyordu.

Kaç kaç olayında şehri terk eden bazı mücahitler çoluk çocuğu çevre köylere yerleştirdikten sonra geri dönmüşlerdi.

Maraşlılar çok çetin bir sınavdan geçiyordu. Kuvvet dengesi tamamen aleyhlerine idi. Şehir merkezindeki direniş dışında Fransızları geri çekilmeye zorlayacak herhangi bir saik görünmüyordu.

ÖNDEN GİDENLER:

HÂFIZ ALİ EFENDİ (GÖRGEL)

Hâfız Ali Efendi (Görgel)

Hafız Ali Efendi 1877 yılının ilkbaharında, Şekerli mahallesinde dünyaya gelir. Babası Hancı Ökkeş Ağa, görmüş, geçirmiş, zengin bir kişi olup aynı zamanda da güçlü kuvvetlidir. Sahibi bulunduğu Han da nalbantlık da etmektedir. Annesi Emine Hatun Hancı Ökkeş’in ilk hanımıdır. Emine Hatun’un ailesi Maraş’ta Leblebicizâdeler diye tanınan, sevilen ve saygı duyulan bir ailedir.

Henüz 6-7 yaşlarında iken Kur’an-ı Kerim’i Tiyeklioğlu Hoca dan hıfz eder ve “Hâfız” ünvanını alır. O artık Hâfız Ali’dir.

Devrinin gereği ferdi tedrisat usulü ile Huffaz Mektebi’ne gider. Arapça ve Farsça’yı öğrenir. Şer’i ilimleri tahsile başlar. Belli bir aşamadan sonra tahsilini devam ettirebilmek için Maraş’tan ayrılması gerekecektir.

Babası Nalbant Ökkeş onun okumasına rıza göstermez. “Oku oku ne var?” diyerek Sarayaltında bulunan Han da çırak olarak yanında çalışmasını ister. Bu ara anne Emine Hatun vefat etmiş, Hancı Ökkeş Gülsüm Hatun’la evlenmiştir.

Babası isteksiz de olsa, Hâfız Ali  okuma aşkıyla düşer yollara… Ailesi zengin olsa da o yokluk içinde bir eğitim hayatı geçirecektir. Evde analık vardır ve babanın rızası yoktur bu ayrılığa…

Onu tanıyan dostları Hâfız Ali’nin Konya, Kayseri, Osmaniye, Halep, Mısır ve İstanbul’da tahsil gördüğünü söylerler. Sıralama nasıldır bilemiyoruz. Gerçekten Mısır’a gidip gitmediği de kesin olarak bilinmemekte. Bilinen gerçek şu ki en son tahsil yeri İstanbul’dur.

Hâfız Ali Efendi tahsilini tamamlayıp icâzetnâmesini alıp Maraş’a döndüğünde 24-25 yaşlarındadır. Yıl 1900’lü yılların başları olsa gerek. Askere çağrılır. Tüm hazırlıklar tamamlanır, akraba, eş-dost ile helalleşilip vedalaşılır. Yola çıkacağı gün gelip çattığında Çarşıbaşı Camii imamının vefat haberi duyulur. Hemen arkasından da müftülüğün imam-hatiplik teklifi gelir.

Hâfız Ali Efendi artık Çarşıbaşı Camii İmam Hatibidir. Ayrıca Maraş Mevlevîhânesinde mesnevîhan olarak görev alır. Mevlevîhâne’nin Şeyhi Selim Dede’nin vefatından sonra, Mevlevîhâneye Şeyh olarak atanan Hâfız Ali Efendi bu görevi de tekkelerin kapatılış tarihine kadar sürdürecektir. Gerçi Fransız işgali sırasında top mermilerinin ilk hedeflerinden biri Mevlevîhâne olmuş ve yerle bir edilmiştir.

O henüz Çarşıbaşı Camii İmamı ve Mevlevîhâne şeyhi iken Maraş önce İngilizler ve ardından Fransızlar tarafından işgal edilir. Osmanlı hükümetinin durumu mâlumdur. İş başa düşmüştür. Ali Sezai Efendi’nin öncülüğünde oluşturulan Heyet-i Merkeziye’nin kurucuları arasında Hâfız Ali Efendi de görev alır. Görev yeri Kayabaşı mahallesidir. Millî mücadelenin tâ en başından sonuna dek silahı elden bırakmadığı gibi Maraş’ın kurtarılışının ardından Antep cephesinde de bulunur.

1929’da Müftü Hoca Rafet Efendi’nin vefatının ardından müftülük için sınav açılır. Sınavları kazanarak Maraş Müftüsü olan Hâfız Ali Efendi uzun yıllar imamlık ve müftülük görevini birlikte yürütür.

Yaşadığı ve görev aldığı dönem, ülkede tüm değer yargılarının alt üst olduğu, hain ile kahramanın, ak ile karanın birbirine karıştığı, siyasi entrikaların tavan yaptığı bir dönemdir. O, bu karanlık dönemi usta manevralarla atlatır ve hem şehrine, hem ülkesine hizmeti asıl amaç bilir.

Henüz 6-7 yaşında başlayan okuma aşkını hiç kaybetmez. İstanbul’dan beraberinde getirdiği kitaplar her geçen gün çoğalır ve bir kütüphane hacmine ulaşır. Şöhreti Maraş’ı çoktan aşmıştır. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki önemli konularda ondan görüş alır. Konyalı Mehmet Vehbi Efendi de onun arkadaşı olup Maraş’a ziyaretine gelmiştir. Vaazlarını yakın vilayetlerden düzenli olarak dinlemeye gelenler vardır.

Düzenli olarak okumuş ama okutmamıştır. Bunun bir sebebi çağının okutmaya müsait olmadığı gerçeği ise de bir diğer sebebi de okumak için gelenlerin karakterlerinin buna müsait olmadığı hakikatidir.

Şairlik yönü kuvvetlidir ama üzerinde durmaz. Şiir yazmak için çaba göstermez, emek vermez. Söylediği beyitlerden çok azı dostları tarafından bugüne ulaştırılmıştır.

Sürekli halk ile beraber olmasına, halkın içinde bulunmasına rağmen resmi işleri pek sevmez. Resmi işlerini yardımcısına tâkip ettirir. Onu devlet ricaliyle gören pek yoktur. Onlarla sürtüşmeye girmez ama onlara iltifat da etmez. Valiler onu ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerin birinde Vali İbrahim Öztürk’ün Hocaefendiye; “güzele bakmak sevap mı  günah mı?” diye sorduğu aktarılır. Hocaefendi; “Ameller niyete göre değerlendirilir. Güzele güzel bakmak sevap, güzele çirkin bakmak günahtır” der.

Tam 35 yıl müftülük görevinde bulunan Hâfız Ali Efendi’nin manevî yönü, kerametleri halk arasında hep anlatıla gelmiştir.

Akrabası ve yakın dostu Sakıp Arıkan; “Hâfız Ali Efendi’nin sağlığında terceme-i halini yazmak istedim. Oturuyorduk, düşüncemi bilgilerine daha arz etmeden kendileri, “düşüncenden vaz geç. Sen bir takım hârikulade durumlardan bahsetmek arzusundasın. Sundular, yokluğu tercih ettik. Şöhret ne lâzım! Bütün ömrüm boyunca, her hâlimi, her şeyimi Rahmet-i Rahman’a bıraktım” dediğini nakleder. Sakıp Bey bu uyarıya rağmen yine de kendini tutamaz ve yıllar sonra da olsa Hafız Ali Efendi için “sohbetlerinde nâs hükmünde olan sözleri, kerâmetleri, yüksek edebi, şahsına münhasır hususiyetleri, menkıbeleri, gerçekten bir ders mahiyetindedir” demekten de kendini alamaz.

“Telif çok, telifata lüzum yok” diyen Hâfız Ali Efendi’nin tasavvufa ait bir eser hazırladığı, ama yaşanılan olaylar karşısında “bundan sonra kim okuyacak, telif kalsın” diyerek yazım işini bıraktığını da yine Sakıp Arıkan beyden öğrenmekteyiz.

1964’de sağlık nedeniyle emekliye ayrılan Hâfız Ali Efendi’nin 1967 yılı Mayıs ayında rahatsızlığı artar ve gözleri  görmez olur. Hasta yattığı, gözleri görmediği dönemde dahi kitaplardan kopmamış, gelen ziyaretçilerine okutmuş, kendi dinlemiştir.

1967 yılının 23 Mayıs Çarşamba günü Fazlı Efendi okur kendi dinler. Sonra duygulanarak:

“Dereler gölgelendi, güzeller suya indi

Her birinden bir buse, deli gönlüm şenlendi” der

Bu bir vedâdır aslında…  Ertesi gün;

-Bugün ne okuyalım hocam? diyen Fazlı Efendiye,

-Bugün okumayalım, sevelim, der.

Raftaki bir çok kitabı isimleriyle isteyerek eliyle okşar. Kitap sevgisinin doruk noktasında olduğu o gün onun vefat tarihidir.

Mehmet Ciğer o günü yıllar sonra şöyle anlatır:

“24/05/1967 Çarşamba sabahı alınan acı bir haberle, Maraş mateme büründü. Maraş halkı suskun ve sessizdi. Öksüz çocuklar gibi boyunları bükülmüştü. Belediyenin susmayan hoperlöründen bütün esnafın, Hâfız Ali Efendi’nin vefatı dolayısı ile iş yerlerini kapattıklarının ilanları peş peşe yapılıyordu. Arkası arkasına yapılan bu anonslar, Maraş halkının göz pınarlarından akan yaşları dindiremiyordu. 90 yaşındaki meşale sönmüştü. İlim, edep, takva, tevazu ve gönül dünyamızdan bir yıldız daha kaymıştı. İçten gelen çok samimi duygularımla bunları yazarken, Hâfız Ali Efendi için, o gün dökülen göz yaşlarım, bugün aynı acılı duygularımla yeniden tekrarlanıverdi.”

Yaşar Alparslan hoca ise Hâfız Ali Efendi’nin 25 Mayıs 1967 Perşembe günü Ulu Camii’den kaldırılan cenaze gününü ise şöylece anlatır:

“Ölümünü hatırlarım.

Maraş’ta bir âdet vardı. Alimin ölümüne bütün millet katılırdı. Dükkanlar kapatılırdı. Kadınlar yollara düşer, damlara çıkardı. Zekeriya Hoca’nın cenazesinin teşyîi muhteşemdi. Sandaloğlu Hoca’nın cenazesinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı. Yine de Ulucami’nin bahçesi katılanları almamıştı. Hafız Ali Efendi’nin cenazesi daha muhteşemdi. Bütün dükkanlar kapanmıştı. Bütün Maraş Ulu Caminin etrafında, Sarayaltında evi civarında kömelenmiş, halelenmişti. Damlar, divarlar dolmuştu. Cenaze kalabalık olduğu için önce Ulu Caminin içerisine alınmıştı.

Cenaze namazı kılındı Şakir Hoca Efendi; “Bu namaz olmadı” dedi. Cenazeyi avluya aldılar. Cenazeyi musalla taşına koydular, yeniden kıldılar. İyi hatırlarım cenazeyi omuzlarda yola düşürdüler. Cenaze o kadar gitti. Avlunun, çevrenin kalabalığı bitmedi. Zor azaldı, zor esnedi. Kalabalığın ucu Şeyhadil’e ulaştı ancak izdiham normale bindi, seyrekleşti. Cenaze kabre koyuluyor olduğu halde yollar kabirlik çevresi, evi etrafı, Sarayaltı insanlarla dolu idi.

Maraşlı ona ağladı. Eski tabir “alimin ölümü alemin ölümü” idi. Millet başsız kalmıştı. Hoca demek ortak akıl demekti. Bilge demekti. Ulu kişi demekti. Yol gösterici demekti. Milletin değerlerini bilen, belleten, doğruyu gösteren, mâ’rûfu emreden, münkerden nehyeden demekti. Toplumun yoksulunu takip eden, ihtilaflarını gideren, sivriliklerini törpüleyen, arayı bulan insan demekti. Zor yetişirdi. O da gitmişti. Ölen aslında hoca değil toplumdu. Ne kadar ağlansa yeri idi.”

Vefatının üzerinden yarım asrı aşkın bir zaman geçmiş olsa da bugün hâla Maraş halkı içinden çıkılmaz herhangi bir problemle karşılaşsa hemen akıl defteri açılır ve “Hâfız Ali Efendi bu konuda şöyle demişti” denir. Kimse de itiraz etmez bu söze…

Ruhu şâd olsun.