Osmanlı Devleti asırlarca  Asya ve Avrupa’da hâkimiyet kurmuş ve bu süre boyunca Müslüman nüfusun lideri olmuştur. Osmanlı devrinde Ortadoğu ve Asya Osmanlı kültür ve siyasetinin doğal bir havzası niteliğindedir. Yavuz Sultan Selim’in, 1516’daki Ortadoğu’ya yönelik fetih hareketi ile birlikte Şiilik bugünkü sınırlarına çekilmiş ve Osmanlıların hâkimiyeti altındaki Sünnilik Ortadoğu’ya doğru yayılmıştır.

1793’te, Medine’nin Kadısı, İstanbul’daki yönetimi Muhammed b. Abdülvehhab adında bir adamın faaliyetlerine karşı uyarırken, aslında Şiilik’den sonra İslam Dünyasında Ortadoğu’yu tamamen değiştirecek derin bir yırtılmanın ilk haberini verir. Vehhabilik olarak isimlendirilen dini hareketin Arabistan’da siyasi gücü Suudiler ile en üst düzeye ulaşmıştır. Aynı zamanda Vehhabiler , Osmanlı’nın iddia ettiği Halifeliğe ciddi bir meydan okuma içinde olmuşlardır. Vehhabi hareketi yalnızca dini bir hareket değil aynı zamanda Osmanlı’ya karşı yeni bir sosyal-siyasal yapılanma öneren politik bir hareketti. Abdülaziz b, Suud’un sahip çıkarak yeniden canlandırdığı bu hareket Ortadoğu’da aynı zamanda suni yeni bir ulus devlet yaratmanın da ideolojik köklerini temin etmektedir.

ARAP DEVLETLERİ SÖMÜRGE OLMUŞLARDIR

20. Yüzyıl İslam coğrafyasının yalnızca siyasal birliğinin değil aynı zamanda kültürel birliğinin ve ortak dünyasının da hızla dağıldığı yüzyıl olmuştur. Orta Doğu’da Birinci Dünya Savaşı sonrası batılı devletler tarafından yaratılan Arap devletlerinin çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sömürge yönetimleri altında yaşamak zorunda kalmıştır. Batılılar tarafından sınırları çizilen bu devlet yapılarından ulusların ve modern bir toplumun doğması beklenmiştir.

Oysa sömürge dönemlerinin uzantısı olarak kurulan devletler, suni sınırlara sahip olmakla birlikte bu ülkelerdeki iktidar seçkinleri de modern kurumsal örgütlenmeyi oluşturma konusunda başarısız olmuştur.

Albert Hourani bu durumu şöyle izah etmektedir: “Orta Doğu ülkelerinin çoğunda bağımsızlık gerek iç gerekse dış siyasal güçlerin yönlendirmesiyle ve halkın zaman zaman hoşnutsuzluğa kapılmasına rağmen görece barışçıl müzakerelerle kazanılmıştır. Yeni bağımsız olan devletlerde iktidar, ilk anda toplumsal mevki ve siyasal beceri sahibi egemen ailelerin ya da eğitim görmüş seçkinlerin eline geçti. İktidarın el değiştirmesi sırasında bunlara ihtiyaç duyulmuştu. Ne var ki bu gruplar genellikle bağımsızlığın yarattığı yeni koşullarda halkın desteğini seferber etmek ya da tam anlamıyla bir devlet kurmak için gerekli beceri ve cazibeye sahip değillerdi.”Buna karşılık 1945 sonrası bağımsızlıklarını elde eden Araplar, hızlı bir ulus-devlet oluşumuna yöneldi ve Pan-Arabizm, Sosyalizm gibi ideolojiler çerçevesinde yeni yönetim modelleri oluşturmaya çalışıldı. Suriye, Irak, Mısır, Lübnan, Ürdün, Cezayir, Libya vs gibi örneklerin tamamında karşı-kolonyal mücadeleler kolonyal devletin içinde yükselmeyi başarmış ve ona eklemlenmiş bürokrat, yerel elit ve onların sınıfsal müttefikleri tarafından gerçekleştirilmiştir/örgütlenmiştir.

Bağımsızlık sonrası Ortadoğu devletinin kurucu unsuru da bu koalisyon olmuştur. 5 Nisan 1946’da, Başkan Truman, “Ordu Günü” münasebetiyle Chicago’da yaptığı bir konuşmada, ABD’nin dış siyasetine yeni bir yön vereceğini açıklamıştır. Truman’nın bu doktrini, Sovyetler Birliği-ABD mücadelesi ekseninde dünyanın iki bloğa ayrılması dolayısı ile bir başlangıcı oluşturmuştur. Soğuk Savaşın ilk yıllarında Fransızlar, Suriye ve Lübnan’dan 1945’de çekilmiş, Libya 1951’de, Tunus ve Fas da 1956’da bağımsızlıklarını kazanmışlardır…” (Kay. Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı, İslam Dünyasının Jeopolitik Raporu s. 21-“Soğuk Savaş’ın Baş. Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, Çev: Yavuz Alogan, İstanbul, 2000, s.465-466)

Evet Anadolu Eğitim, Kültür ve İlim Vakfı tarafından hazırlanın rapor böyle uzayıp gidiyor. Peki Arap dünyasında darbelerin ve ihtilallerin hiç bitmediği 1945-1968 arası dönemden bugüne geldiğimizde ve son olarak ‘Arap Baharını’ gözlemlediğimizde. İslam Coğrafyasının kan ve gözyaşından kurtulamadı ve buna bir de Terör Devleti İsrail’i bölgedeki emellerini eklediğimizde, coğrafyamızda suların hiç durulmadığı gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz görülür. Zaten Siyonizm de bunu hedeflemişti!

Gelelim günümüze artık neler yapılması gerektiği, Türkiye’nin akan gözyaşlarını durdurması için getirilen önerileri de inşallah, yarın ki yazımızda ele alalım.

Kalın sağlıcakla.