Türkiye bir değerli insanını, bir değerli eski siyasetçisini daha kaybetti (28 Temmuz 2019). Hayatına ve siyaset yapma tarzına bakınca, eğer bir peşin hüküm sahibi değilseniz, bu “değerli” sıfatıyla kastedilenin apaçık şekilde “erdemli” demek olduğunu hemen kabul ve teslim edersiniz. Ve yakın tarihteki siyaset yapma tarz ve örneklerini de eğer birazcık olsun biliyorsanız, hayıflanmadan edemezsiniz: Bu kadar zarif, bu kadar vicdan ve izan sahibi, bu derece memleket-perver ve insan-yüzlü, hitabet üstadı, üstelik tarihî bir çok örneklerine göre çok daha iyi yetişmiş ve siyasî formasyon sahibi bir şahsiyet, neden çok daha fazla siyaset yapmadı, yapamadı?.. Neydi eksik olan?

Ferruh Bozbeyli, bizim gençlik yıllarımızın parlayan siyasî yıldızlarından birisiydi. Üniversite okuduğumuz yıllarda, her cenahtan gazeteler ondan hep sitayişle bahsederlerdi. Özellikle çok genç yaşlarda, önce Meclis Başkanvekilliğini, sonra T.B.M.M. Başkanlığını kazanması (Cumhuriyet tarihindeki örneklerinin en genci, henüz 35 ve 38 yaşlarında), bununla kalmayıp en âdil ve objektif yönetim tarzıyla herkesin takdirini kazanması, bilhassa Meclis başkanlığında onu üst üste üç dönem boyunca rakipsiz kılmıştı. Siyasî tenkitlerinde acımasızlığıyla bilinen Muhalif Lider İsmet İnönü’nün dilinde bile onun sıfatı sürekli “genç başkan”dır ve hakkındaki ifadesi açıktan “Bozbeyli’nin kıymetini bilelim” şeklinde. 

Bir Gelişim Teorisi ve  Bozbeyli’nin Öğrenim Aşkı

Peki, neydi onu farklı kılan? Bu, çok mütevazı bir Maraş kasabasında, 1920’lerin sonunda – kendi ifadesiyle yaklaşık “yüz haneli” - Pazarcık ilçesinde doğmuş, askerliğini de yaptıktan sonra 1949’da illâ da üniversite okuyacağım diye topu topu borç alınmış 35 lirayla İstanbul’un yolunu tutmuş, kayıt süresi dolmuş olan Hukuk Fakültesi’ne girmek için nerdeyse bir sömestr boyunca mücadele etmiş yağız delikanlının azmi nerden kaynaklanıyordu acaba? Malûm, toplumsal kalkınma ve gelişim teorilerinden birisi de “imkânsızlıkları aşma zaruretinin milletleri kamçılaması”dır. Derler ki, Japonya da eğer tabii kaynaklar bakımından bir Ortadoğu ülkesine benzer şartlarda olsaydı, son yüz yıl içinde bu kadar büyük atılımları yapamazdı; bu zarureti duymazdı. Ben bunu bireysel gelişim teorisi bakımından de uygun görüyorum: Babası Sıddık Bozbeyli’nin, Maraş-altı yahut Pazarcık’ta beş yüz dönümlük bir arazisi olsaydı, oğlu Ferruh’un 1949 şartlarında üç gün sürecek tren yolculuğuyla okumak için İstanbul’a gitmesine rızası olur muydu acaba? Pek zannetmem.[1]

Genç Ferruh’un kafasında, ancak okursa bir şeyler olabileceği kanaati yerleşmiş olmalı ve bu önemli bir faktör şüphesiz. Bu faktörün etkisiyle geldiği İstanbul’da, Hukuk fakültesine bir kayıt süreci var ki, okuma özlemi yüksek olan gençlerin muhakkak öğrenmesi gerekir. Dekanından, dekan vekilinden, onlar çare olmayınca rektöründen (hatta bir keresinde sabahın köründe gittiği Rektör beyin evinden) genel sekreterine kadar, defalarca çalıp eli boş döndüğü kapılardan birisinde nihayet duyduğu şu sözler de olmasa, bütün ümitleri boşa gidecek gibidir. Dekan vekili profesörün “müjde gibi” gelen o sözleri şöyle: “Ben burada iki günlüğüne vekâlet ediyorum, (o yüzden seni kaydettirmeye) yetkim yok. Fakat bak şu işe! Bazen insan okusun diye oğlunu İngiltere’ye gönderir.  O, eli boş gelir. Bazen de karşına bir adam çıkar, ‘ben illâ okuyacağım’ diye çırpınır. Sana yardım edeceğim. Senin için konuşacağım rektörle bir kez daha; sen beni ara, sonra…” Ve Ankara’da tek süresi dolmamış bir fakülteye (İlâhiyat’a) kayıttan İstanbul Hukuk’a nakil işlemine, bulunmayan 28 liralık harç parasının bile bizzat o sözlerin sahibi hoca tarafından ödenmesine kadar âdeta bir dizi “macera”!...  Nihayet “yeşilin en güzel” rengini taşıyan şebekenin (öğrenci kimliğinin) elde edilişi… Herhâlde dünyada bu kadar orijinal bir başka kayıt örneği yoktur üniversite denen öğrenim kurumuna. Ardından bin bir güçlükle, imkânsızlıklar içinde, bölük-pörçük işlerde çalışarak, nihayet ele geçen küçük bir memuriyetle yedi yılda tamamlanabilen bir hukuk tahsili. Kırklı yılların sonunda Anadolu’nun göbeğinden çıkmış bir kasaba çocuğundaki böylesi bir azim ve medenî cesaret örneğine hayran kalmamak elde değil.

“Bulunmaz” Bir Kültür Çevresi

Bütün bu zorluklar içerisinde ve büyük bölümünü terk edilmiş Fatih Medresesinin iğreti şartlardaki yurtlarında kalırken bile zamanını öylesine bir değerlendirme iradesine sahip ki, gerek okuma aşkıyla eriştiği kitapların dünyası, gerekse 1950’li yıllar İstanbul’unun nadide şahsiyetleriyle “karşılaşması”, Bozbeyli’yi bilgi, olgun davranış ve estetik zevk hazinesi bakımından, emsalleriyle kıyaslanmayacak ölçüde farklılaştırır. “Karşılaşma” dedikse, bu salt tesadüflerin işi değil tabii… Diyorlar ya hani, “aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar ancak arayanlardır!..”  Bu meyanda, sohbet halkasında yer aldığı ahlâk filozofu Nurettin Topçu, ayni zamanda hocası da olan meşhur Anayasa hukukçusu Ord. Prof. Ali Fuad Başgil, ünlü Osmanlı tarihçilerinden İsmail Hâmi Danişmend, konağında hem derin sohbetler hem musikî fasılları icra edilen İbnül Emin Mahmut Kemal İnal, birisi romancı diğeri Osmanlı mimarisi uzmanı Ayverdi kardeşler (Sâmiha ve Ekrem Hakkı), Birinci Meclis’ten Mehmed Âkif’in de arkadaşı olan ünlü âlimlerimizden Hasan Basri Çantay, Zeyrek Camii imamı bir Allah dostu-âlim Abdülaziz Bekkine ile 1950’li İstanbul milliyetçi gençliğinin bilge ağabeyi Rahmi Eray… O devirde bu şahsiyetlerden bir-ikisiyle bile uzun süre oturup-kalkmanın bir gencin manevî hayatına neler katacağı şüphesizken, bu sayıda mümtaz insana yakın olmanın kazancını varın hesap edin. Üstelik bunlardan - yedi-sekiz yaş kendisinden büyük olduğu hâlde gençlerin hitabını paylaşmak suretiyle - Nurettin Topçu’nun dahi “ağabey” diye andığı Rahmi Eray ile bir müddet ayni bekâr evini paylaşmanın kazancını… Sizin anlayacağınız, akranı olan çoğu üniversiteliler boş vakitlerini şu ya da bu arkadaş grubuyla “hoş vakitler”e dönüştürme yarışındayken, genç Ferruh Bozbeyli elverdikçe nice boş vaktinde, gecenin bir yarısında bilmem hangi üstadın ev sohbetinden öğrenci yurduna (veya evine) dönüş yolundadır. Bazen “bütün vasıtaları kaçırdığından”, bir semtten ötekilere yaya yürümeyi göze alarak…

Genç Bozbeyli’nin bu isim ve çevrelerden aldığı gıdalara, dernekçilik faaliyetleri ve yayın dünyasıyla tanışmasının da payını eklemeyi unutmamak lâzım. Türk Milliyetçiler Derneği’nin büyük bir talihsizlik sonucu 1953 yılında DP iktidarınca kapatılmasıyla birlikte, Nurettin Topçu’nun ve Rahmi Eray’ın yönlendirmesi sayesinde onun yerine hemen kurulacak olan “Milliyetçiler Derneği”nin tüzüğünü hazırlayan iki kişiden birisi de Ferruh Bozbeyli’dir (ikincisi yakın arkadaşı ve sonra ünlü edebiyat bilimcisi olacak Prof. Orhan Okay.) Yayın dünyasından örnekler ise, sonra kendisini siyasete de teşvik edecek olan Tahsin Demiray ile Mehmed Âkif’i dahi hakkıyla tanımasına vesile olacak gayrimüslim Garbis Efendi ve onun sayesinde tanıdığı Ohannes Efendi, keza onların yayınevleri.  Fakat bir şeyi daha unutmayalım; maddî bakımdan o kadar mütevazı şartlara sahip olmakla birlikte, “düşünce hayatının oluşmasında büyük etkisi olduğu”nu söylediği babasının, daha ortaokul ve lise sıralarındayken ona hazırladığı kitap okuma şartlarını da zikretmek gerek.  Sonra Antakya lisesinin seçkin öğretmenlerinin de tamamlamasıyla öyle bir okuma aşkı ve maharetine sahip olur ki Genç Bozbeyli, üniversiteye geldiğinde, ifadelerine bakılırsa kendi dünyamızdan ve Batı’dan en az 400-500 civarında kitabı okumuş olduğu anlaşılmaktadır. Hem de hiçbir “sansür”e aldırış etmeden… Meselâ 1940’ların ortasından itibaren kitaplarının basımı engellenen Sabahattin Ali, onun en çok sevdiği yazarlardan birisidir. Keza, Sovyet romancı Maksim Gorki de bütün eserlerini okuduğu yazarlar arasındadır.

(Devam edecek)

 

[1] Rüştiye’de okumak dolayısıyla köy tahsildarlığı ve özel idare kâtipliği yapan İstiklâl madalyalı Baba Sıddk Bozbeyli, İstanbul’un yolunu tutan oğluna imkânsızlıklarını şu acı sözlerle dile getiriyor ve onu “çok etkileyen” şu öğüdü veriyor: “Başın dara düşerse senin en sadık yardımcın bizzat kendin olacaksın; kendi kendine yardım edemeyecek hâle düşme. (...) Tevfik Fikret, İstanbul  için köhne Bizans diyor; öyledir belki, ama orada iyilikler de vardır kötülükler de … Sen neyi arayacağına iyi karar vereceksin.”