İnanç ve aşk devleti

Osmanlı’nın kuruluş safhasında en belirleyici unsurlardan biri de Ertuğrul ve Osman Gazilerin etrafında toplanan alp ve gazilerin kişisel şöhret davasını bırakıp hakiki davanın selametine kanaat etmiş olmalarıdır. Bu noktada sözü Ahmet Şimşirgil’e bırakalım:

“Eski kaynaklarda Ertuğrul ve Osman Gazi’nin en eski silah arkadaşlarından olarak Akçakoca, Abdurrahman Gazi, Hasan Alp, Konur Alp, Turgut Alp, Aykut Alp, Gündüz Alp, Saltuk Alp, Köse Mihal, Samsa Çavuş ve Kara Ali’nin adı sık sık fetihlerde geçmektedir.

Bunlar bazen bir ve beraber olarak meydan savaşlarına veya büyük bir hisarın zaptına katılıyorlar, bazen her biri bir kalenin muhasarasına gidiyor, bazen de bir şehrin idare ve imarında bulunuyorlardı. En önemlisi gerek harp, gerekse sulh esnasında yapılacak her işten evvel mutlaka ulema mensuplarının da katıldığı bir istişare meclisi tertip ediyorlar ve kararlarını ondan sonra veriyorlardı. Dolayısıyla sanki geleceğin üç kıtasına yayılacak, dünya siyasetine asırlarca yön verecek bir ulu devletin temellerini sabırla, gayret ve feragatle, aşk ve arzuyla, muhabbet ve sadakatle atıyorlardı.

Aslında aralarındaki ilişkiler gözden geçirildiğinde, Selçukluların son iki asrında ve Beylikler Türkiyesi’nde görülen ayrılıklar, sen ben davaları, menfaat kaygıları sanki bu uç bölgesine hiç uğramamıştı. Herkes eski tabirle baş ve buğ bildikleri Ertuğrul Gazi ile ahfadına candan ve gönülden bağlı olup her emrine ölesiye muti idiler.”

İman, itaat, özveri, kardeşlik, istişare ve tabii ki aşk... Bir toplum bu hasletlerle bir araya gelince elbette büyük işler başarılır.

Kılıç beyitleri

Osmanlı Beyliği, etrafındaki diğer beylikleri bünyesine katarak ve Balkanlar’daki fetihlerle büyürken ve nihayet yeryüzünün gördüğü en kudretli devletlerden birine dönüşürken, Osmanlı ideali de bazen bir şairin dizelerinde, bazen bir yeniçerinin kılıcına kazınmış beyitlerde ifadesini buluyordu:

Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız

Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız

Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün

Allah’adır tevekkülümüz itimâdımız.

16. yüzyılda Bâkî böyle demişti. Aşk uğrunda canını vermeye seve seve koşan ve kadere zerre kadar itirazı olmayan, aşağılık dünya için alçaklara baş eğmeyip yalnız Allah’a güvenip tevekkül eden bir toplumdan bahsediyordu.

Aynı yüzyılda bir Yeniçeri de kılıcına şu beyitleri kazıtmıştı;

Ey gönül bir can içün her cana minnet eyleme

İzzet-i dünya içün sultana minnet eyleme.

Anlaşılan yeniçeri ne için ve ne uğrunda savaştığını gayet iyi biliyordu. Sultan için değil...

Osmanlılar’ın Allah yolunda mücadele etme şevkini en güzel ifade eden örneklerden biri de hepimizin çok aşina olduğu marşın sözlerdir:

Gâfil ne bilir neş’ve-i pür-şevk-i vegayı

Meydân-ı celâdetteki envar-ı sefâyı

Merdân-ı gazâ aşk ile tekbirler alınca

Titretti yine, rû-yı zemin arş-ı semâyı

Gafil, savaşın coşkun neşesini, yiğitlik meydanındaki şenliğin ışıklarını nereden bilecek...

Evet, tarihe şerefle yön verenler, Avrupa’ya medeniyeti öğretenler, bu sözleri söyleyenler olmayacaktı da kim olacaktı? Bizanslısı, Bulgarı, Sırpı, Macarı ve sairesi.. kendilerine doğru gelmekte olanın bir aşk ordusu olduğunu bilebilselerdi, muhtemelen boylarından büyük işe kalkışmaya hiç heveslenmeksizin tez elden meydanı boşaltırlardı.

Çünkü aşk mutlaka fetheder.

Sonra Osmanlı çöktü. Çöken, onu kuran ve büyüten ilkeler değil, bu ilkelerin kalplerdeki ve zihinlerdeki hakimiyetiydi. Ama daha kıyamet kopmadı. Köprülerin altından nelerin akacağını Allah bilir. Dünya hâlâ dönüyor ve kıyametin kopacağını hissetsek de elimizdeki fidanı dikmemiz gerektiğini biliyoruz.

İman, itaat, özveri, kardeşlik, istişare.. ve tabi ki aşk! Kimde varsa bunlar, onlara nasip olmayacak da kime nasip olacak?