Merhaba değerli dostlar.

Birkaç hafta üst üste “Diriliş çınarına yeniden can suyu vermek” başlığı altında sizlerle ülkemiz ve insanlığın içinde bulunduğu sorunların kaynağının bize dayatılan sistem olduğunu, bize ait olmayan bu evrensel sömürü düzeninin asıl sahiplerinin ise batı olduğunu izaha çalıştım.

Bu hafta ise konuyu bir başka yönü ile ele almak istiyorum.

1800’ lü yıllardan itibaren dünyanın şekli şemali değişmeye başladı. O tarihlere kadar özellikle Osmanlının hüküm sürdüğü coğrafya da insanların sıradan, değişmeyen bir hayat tarzı vardı. 1800’ lü yıllarla beraber batı emperyalizmi bir şeyi keşfetti. İnsanların ihtiyacı olan hemen hemen her şey doğuda idi. Zenginlik ve yüksek hayat standardı için doğuda ki kaynakların mümkünse bedava, ya da en ucuz şekilde batıya getirilmesi gerekiyordu, Batı da böyle yaptı. Kah işgal ederek, kah sömürü düzeni ile, kah misyosnerlik faaliyetleri ile oradaki insanları kandırarak o topraklardaki tüm yerüstü ve yer altı kaynaklarını en ucuz şekilde elde ettiler.

Batı karşısında durabilecek yegane güç ise Osmanlı idi. Lakin Osmanlı biraz yüz yılların getirdiği yüksek özgüven, biraz batıya gönderdiği kişileri seçerken gerekli ihtimamı göstermemesi,  devletin başındaki idarecilerin zaman zaman  liyakat sahibi kişilerden olmaması nedeniyle kendini yenileme ve batı karşısında aciz duruma düşmeme çabasında başarısız oldu.

Bundan yüz yıl önce bu dünya da hala Osmanlı vardı. Benim dedelerim ninelerim hep Osmanlı idi. Yüz yıl aslında çokta uzun bir süre değil. Ben atmış yaşındayım. Ben doğduğumda Osmanlı yıkılalı sadece kırk yıl olmuştu.

Osmanlı olmak hele de Osmanlının kurucu  yani asli unsuru olan Türk olmak ve bu topraklarda ve cihanın bir çok yerinde sözünün geçtiğini bilerek yaşamak nasıl bir duygudur, hiç düşündünüz mü.? Osmanlı topraklarında bir çok farklı milletten insanlar yaşardı. Lakin bunlardan sadece Türk olanları o toprakların sahibi gibi davranır, diğerleri Türklerin gölgesinde yaşamalarına izin verilmiş kişiler olduklarını asla unutmazlar, unutanlara ise usulünce hatırlatılırdı.

İşte bu nedenle tarih sahnesinden silinen Osmanlı ile beraber asli kurucu unsur olan Türkler de dünyada söz ve karar sahibi olma özelliğini kaybetti. Osmanlı tebası olarak yaşayanların bir çoğu ayrı devlet çatısı altında kendilerine yeni bir dünya kurdular. Özellikle gayri Müslim tebaa Müslümanların çoğunlukta olduğu ve İslam halifesinin yönetiminden kurtulmuş olmanın sevincini en yoğun yaşayan kesimdi.

Kazananlar belli idi. Ancak kaybeden ise sadece Osmanlı idi. Osmanlı demek ise Müslüman Türk demekti. Peki Osmanlı kaybedince Müslüman Türkler neleri kaybetmişti. Asıl önemli olan bu.

Fransa da dansı yasaklatacak kadar bir güçle elde edilen özgüvenini kaybetmişti en başta. Dünün mağrur ve adil milleti artık kaybetmiş olmanın getirdiği yeis içerisinde kendi kabuğuna çekilmişti.

Peki neleri kaybettik?

1517 yılında Memluklu sultanının elinden alınan İslam Halifeliğini kaybetmişti. Mekke’yi, Medine’yi fiilen, manevi olarak ise o mübarek toprakların hamisi ve hizmetkârı olma duygusunu kaybetmiştik

Kahire’yi, Bağdat’ı, Basra’yı, Şam’ı, Halep’i, Tebriz’i, Varna’yı, Selanik’i, Bosna’yı, Belgrad’ı ve dahi Kırım’ı kaybettik.

Hz. Ömer (r.a) tarafından İslam beldesi yapılan, Selahattin Eyyubi tarafından İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard’ın elinden alınıp bin yıl boyunca Müslümanların yönetiminde kalan Kudüs’ü kaybettik.

Türk’e başkent olmuş Konya, Bursa, Edirne’yi ve Konstantinopolis iken İslam beldesi olan İstanbul dururken yeni devleti küçücük bir Anadolu kasabasına sığdırıp büyüklüğümüzü de kaybettik. Bu kaybedişler bizi öylesine etkiledi ki genlerimizde olan aleme nizam verme irademizi kaybedip, birilerinin ithal nizamlarına karşı boynumuzu eğdik. Ve ne yazık ki hala ithal nizamlarla idare edilmeyi sorgulamaz, başkaldırmayız.

1923’ te kurduğumuz yeni devletimizin anayasasında devletin dini İslam’dır ibaresini ise çok geçmeden kaldırdık. İslamla şereflenerek insanlığın yüz akı bir medeniyet inşa eden aziz milletimizi bin yıl sonra ilk işimiz İslam’dan koparmak olmuştu. Böylece İslam olma özelliğimizi de kaybetmiştik. İşte bu anlayışa dayanarak Ayasofya’yı müze, başta Sultan Ahmet olmak üzere bir çok camiyi de at ahırına dönüştürüvermiştik.

Son günlerde sıkça dile getirilen Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması hususuna da bir nebze değinmek gerekiyor. Ayasofya ve diğer camiler bundan yüz yıl önce sabah namazlarında dolup taşarmış. Niçin bilir misiniz? Çünkü o zamanki Müslümanlar Peygamberlerini çok sever ve onun tavsiyelerini emir telakki ederlermiş. Resulullah (s.a.v) Buyuruyor ki: "İnsanlar yatsı namazı ile sabah namazındaki fazilet ve sevabı bilselerdi, emekleyerek bile olsa mutlaka camiye, cemaate gelirlerdi."

Covid-19 öncesi bizim semtteki camide sabah namazlarında iki, bazen üç sık saf olurdu da aramızda dertlenir, niye insanlar gelmiyor derdik. Bugün ise sabah namazlarını yedi sekiz bilemedin on kişi ile kılıyoruz.

Kaybettiğimiz bu cami ve cemaat kültürü bir yanda dururken biz hangi yüzle Ayasofya ibadete açılsın diyoruz. Şu haliyle devlet sorumlu, yarın ibadete açılırda sabah namazında bir saf cemaat olmazsa bu vebal tüm o beldede yaşayan Müslümanların olacaktır biline.

Kalın sağlıcakla….