Bir gece vaktiydi. İçime düştü bir umut. Bir aşk ile yazıverdim umudu geceye. Bir nur gibi aydınlatıverdi etrafı. Hayret ettim bir gece nasıl olur gündüz. Büyüklerimiz demezler miydi; her gecenin bir sabahı vardır, diye… Evet, gördüm; hakikatmış meğer.

Umudu geceye yazdım ben bu gece bir heyecanla, sevinçle bir telaşla. Umut ne kadar da güzel bir mefhummuş. Umut ne kadar da büyük bir kurtarıcıymış. Velhasılı ümitvarolmak dinin bir gereğiymiş. Duymayan kalmasın bir umut var hem de en çıkılmaz anlarda ve olmaz, bitti dediğimiz zamanlarda… Herkese duyuralım duymayan kalmasın, fehmetmeyen kalmasın.

Sabah olunca bir helecanla çıkıverdim evden daha bardaktaki çayımın son demini yudumlamadan. Sokaklar, caddeler dar geldi. Yürümek ağır geldi. Bu yüzden koşuverdim bir rüzgar misali kelebekler gibi kozadan çıkıp özgürce uçtukları gibi…

Nihayetinde soluğu aldım bizim sahaflar kıraathanesinde. Bütün dostlar orada sanki benim haberimi almışlar gibi hoş geldin sevgili yazarımız gel bakalım, dediler. Dediler, çayın ve simitin hazır; otur bir soluklan ve ardından iç çayını, kaldığın yerden devam edersin… Hayret ettim. Ne diyeceğimi bilemedim lakin mutlu da olmadım değil. Hiç vakit kaybetmeden bir nefeste içtim çayımı, üç ısırıkta bitirdim simitimi. Daha sonra devam ettim kaldığım yerden işime. Heyhat bir de ne göreyim karşımdaki masada oturmuş bir gayretle yazıyor sakalını sıvazlayarak bizim milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy.

Kendi kendime dedim rahatsız eder miyim acaba bir selam versem. Sonra dedim çok kibar ve anlayışlı bir zattır kendisi… Selamünaleyküm sevgili üstadım dedim girdim söze. Hiç istifini bozmadan baktı bana dedi vealeykümselam, otur bakalım şöyle de bir izle… Eyvallah, üstadım Allah razı olsun; dedim ve izledim kendisini her hareketini her türlü mırıldanışını, jest ve mimiklerini…

Döktürüyordu yine her zamanki gibi. Kalem değil mübarek sanki bir resim fırçası; yazı değil mübarek sanki üç boyutlu resimdi gördüklerim. Dedim ki hocam ben de ortak olayım bu derde var bende de senin gibi bir umut ancak bazen göremiyorum önümü sizinki gibi canlı. İzin ver ben de geçeyim bu denizden biz de içelim bu deryadan.

Sen de bu aşk, bu iştiyak, bu azim ve say olduktan sonra sen de benim gibi yazarsın; hele bir sabret bakalım, dedi. Evet, her şeyin başı önce sabır sonra sabır daha sonra yine sabır idi. Ve anlattı bana azmin ne demek olduğunu:

“…Vaktiyle beş on kafile sahraya düzüldük; Gündüz yürüdük hep, gece bir menzile geldik. Çok geçmedi, baktım bir adam hasir ü haib. Koşmakta… Meğer eylemiş evladını gaib. Biçare gidip haymelerin hepsine sormuş; bir taş bile görmüşse hemen oğluna yormuş. Avare peder, nerde bulursun onu! Derken… Gördüm ki ciger-paresinin tutmuş elinden, Lebriz-i mesaret geliyor bizlere doğru, Taşmış da gözünden akıyor şimdi süruru! Yaklaştı şütürbana nihayet, dedi yekten: Evladımı buldum… Nasıl amma? Onu bilsen… Karşımda ne görsem, o! Dedim geçmedin asla. Aldatsa da tahminimi binlerce heyula, Azmimde fütur eylemedim, ye’si bıraktım… Madam ki dünyadadır elbet bulacaktım… Kumlarda yüzüp zulmetin a’makına daldım; Hep ruh kesildim… Ne boğuldum, ne bunaldım. Tevfik-i ilahi edip en sonra inayet, Gördüm gözümün nurunu karşımda nihayet…”

İşte azim böyle bir şeydir sevgili dostum, dedi. Yeter ki davandan ve bildiğinden şaşma ilerle yolunda devasa bir gemi misali denizde. Sen yaz umudu, sen yaz ümidi; sen yaz ki herkesin varsa gönlünde bir kışı ve bir hazanı, sen çeviriver yaza ve bahara bu insanı; bu halkı…

Devam etti. Korkma!... /…Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek; sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!