Edebiyatımızın müstesna şahsiyetlerinden Ahmet Hamdi TANPINAR, Kahramanmaraş Milletvekili olarak, 1942 – 1946 yılları arasında T.B.M.M. şehrimizi temsil etmişti. Milletvekili olduğu 1943 yılının 12 Şubat’ında, Kurtuluş Bayramı Törenleri’ne katılmak üzere, vekili olduğu şehre, Kahramanmaraş’a gelmişti.

Kaldığı üç gün süre zarfında, Anadolu’ya öncülük etmiş, Kahramanmaraş Kurtuluş Mücadelesi Destanı’nı sanki yeniden yaşamış; çetelerimizin oyunlarını izlemiş, davullarımızı dinlemiş, mahalli geleneklerimizi tanımış; çarşılarımızı, sokaklarımızı, meydanlarımızı gezmiş, görmüş, gözlemlemiştir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Kahramanmaraş’a dair düşüncelerini, gördüklerini, yaşadıklarını; tıpkı “Altıncı Şehir” üslubuyla, “Maraşlıların Bayramı” başlığıyla kaleme almış, 1946 da Ülkü Dergisi’nin, 1 Mart, C. 9, S. 107 sayısında yayınlamıştır. Kalemine, gönlüne, rahmet olsun büyük üstat. 

74 yıl önce kaleme alınan işte o yazı;

MARAŞLILARIN BAYRAMI

Maraş’ın kurtuluş bayramı gerçekten görülecek şeydir. Bu resmî hiçbir tarafı olmayan bir şehir günüdür. Bütün şehir bugüne çok evvelden hazırlanır. Maraş’ın kanlı günlerinde çetelere yiyecek, giyecek hazırlayan silahlarını yağlayan, çocuklarının ellerinde Kafkas’ı, Kırım’ı belki Girit’ görmüş tüfekler, kılıçlar, bıçaklar teslim eden, içlerinde zifafın zevkini, annelik gururunu tattıkları, hanım olarak yaşadıkları, misafir ağırladıkları evlerini kendi eliyle ateşleyen Maraşlı kadınlar yahut onların kızları, torunları, bugünü, yapılan işin büyüklüğüne layık bir şekilde kutlamak için sabahlı akşamlı çarşılar, şehrin gururu olan delikanlıların giyeceği yerli elbiseleri hazırlarlar.

“TAKVİMİN DIŞINDA BİR ZAMAN YAŞANIYORDU”

Ben, 1943 Şubatında ilk defa bu bayrama şahit olduğum zaman şaşırmıştım. Bütün şehir altüstü. Takvimin dışında bir zaman yaşıyordu. Daha bayramdan üç gün evvel bütün şehir ayakta idi. Herkes eski zaman modası elbiseler giyinmişti. Davullar çalınıyor, oyunlar oynanıyordu. Maraş’ın inişli yokuşlu yollarında, küçük meydanlarında bu alaca renkli kıyafetlere bürünmüş her vücut, Pısenello’nun desenlerinden çıkmış gibi zarif ve edalıydı…Sırmalar içinde ve rengârenk bir yığın kumaş, her çehreye, her harekete üzerinde çok durulmuş, düşünülmüş, aranıp taranmış şeylerin lezzetini veriyor. Çoğu 1920 senesinin gençleri, bir kısmı da o senelerde ölenlerin torun ve çocukları olan kalabalık, takım takım olmuşlar, şehrin meydanlarında eski oyunları oynuyorlardı. İlk silahı patlatanlardan yetmiş yaşında bir ihtiyar, bu kafilenin birinde, elindeki davulla imkânsız görünecek bir çeviklikle oynuyor, onun kocaman davuluyla yaptığı perendeleri, aynı kafilede on bir, on iki yaşında iki çocuk bıçak oyunuyla tamamlıyordu. Sonra ferdi hünerler bitince, halka kuruluyor, vücut figürlerinin yanında mimiğe de aynı derecede yer veren çok ritmik garip surette ağır horonlar, barlar oynanıyordu. Bu horonların bir da erkek arasında ve gizli kadın gözleri altında yapıldığının şuurunu hiç kaybetmemesi idi. Bu dikkat, bu itina başka türlü olamazdı. Davulcu bu oyunların canlandırıcısı idi. Zaten kıyafet ve hovardalık, hatta çeviklik itibariyle en üstünlerden oluyordu.

“HAYRETTEN HAYRETE DÜŞEREK MARAŞ SOKAKLARINDA DOLAŞTIK”

Kafilenin birisi meydandan çekilince yerine öbürü geliyordu. Bazen iki kafile birbirleri ile aynı yolda karşılaşıyorlar, o zaman birbirlerinin şerefine karşılıklı oyunlar başlıyor, gizli bir üstünlük arzusunun hız verdiği bir şevk kafileleri sarıyor, davullar daha hızlı çalıyor, zurnanın sesini, bir gurur daha cümbüşlü yapıyor. Çocuklar bıçak oyunlarına ancak bazı cins hayvanlarda görülen o yapmacık çevikliği sokuyorlardı. Benim en fazla hoşuma giden bu çocuklardı. Bana eski masallardan bir şey gibi gelen külahlarının ve ince ipek sarıklarının altında daha süzgün, daha hayali görülen küçücük yüzleriyle, sevimli ecinni boylarıyla, kirpiklerini kırpmadan, tek bir yanlış yapmadan saatlerce aynı hareketleri aynı çeviklikle tekrarlıyorlardı. Çoğu ilk ve ortaokul öğrencisiydi. Bu kafilelerin bazılarına on, on iki yaşlarındaki birkaç kız çocuğu da karışmıştı. Eski elbiseler erkek çocuğu gizliyor ve küçültüyor, buna karşılık kadınlarda boyu ve endamı büyütüyor, yapmacıktan bir olgunluk veriyordu. Fakat bunlar bir kız çocuğundan ziyade birer masal tavusu idiler. Böylece iki gün hayretten hayrete düşerek Maraş sokaklarında dolaştık.

“MARAŞ KURTULUŞ BAYRAMI BANA TOPLUĞUN KUDRETİNİ BİR DAHA ÖĞRETTİ”

Üçüncü sabah asıl bayram günüydü. Biz davul sesleriyle uyanıp sokağa çıkınca şehri bir daha değişmiş bulduk. Gerçi gene eski bayram manzarası devam ediyordu, fakat bu sefer daha ağırbaşlı bir hava içinde idik. Bütün şehirde, bir şey bekleyen bir hal vardı. Nihayet biz belediye meydanına henüz geliştik ki gürültü koptu. En süslü, en renkli kıyafetler içinde genç, ihtiyar, yüzlerce erkek koşa koşa kaleye doğru hücum ediyorlardı. 12 Şubat sabahının bir eşini yaşıyorduk. Kale’den yabancı bayrak indirilecek, bizim bayrağımız asılacaktı. Bir taklit veya hatırlama olduğunu bilmemize rağmen ürperme içinde idik. Maraş Kurtuluş Bayramı, bana topluluğun kudretini bir daha öğretti. Hiçbir tiyatro bu kadar muntazam ve güzel hazırlanamazdı. Zaten bu tiyatrodan üstün bir şeydi. Din ile sanatın birbirine karıştığı çağlardaki Misterler’e, gerçek gayesi bir eğlenceden ziyade bir nevi müşterek ibadet olan Ortaçağ oyunlarına benziyordu. Burada vatan ve millet denilen tanrılar kutlanıyor, onların yükseklikleri en gür sesle ilan ediliyordu.

Hiçbir rejisörü olmayan, hiç kimsenin rolü ve vazifesi kimse tarafından öğretilmeyen, sadece geriye dönmüş bir zaman gibi bundan sırasıyla on beş, yirmi, yirmi beş, sene önce yaşanan bu bayramın bütün ruhu, bir fecir vakti kaleye yapılan hücumdu. Ve Maraş, kendisini birden bire insanoğlu seviyesinin üstüne çıkaran ve yıkık şehri tanrılaştıran bu saati her yıl bir kere yaşıyordu.”

Bu vesileyle, Kahramanmaraş Kurtuluş Destanımızın 100. Sene-i devriyesini kutluyor, şehit ve gazilerimize Allah’tan rahmet diliyoruz.

Selam ve sevgilerle.