Nedir insan? Aslı nedendir? Nasıl başlamıştır varlığı? Ve tabi ki niçin yaratılmıştır? Tüm bu ve benzer sorular karşısında insanın oturup, tefekkür etmesi gerekiyor…

İnsan denen bu hücre kümesi başlangıçta bir hücre olarak ana rahminin duvarlarına yapışıp hayata başlar. Henüz o zaman güçsüz, zayıf, basit ve değersiz bir hücredir. Mikroskopla görülür ancak. Belli belirgin bir hali vardır. Bir süre sonra bu hücre bir cenin haline gelir. Evet milyonlarca hücrenin kaynaştığı bir cenin. Kemik hücreleri, ilik hücreleri, sinir, kas, deri hücreleri ve tabi ki bu hücrelerden de organları meydana gelir.

Sonra beş duyu organları oluşur ve o büyük harika başlar çalışmaya. Kulak, göz, tat, kökü ve dokunma organlarından bahsediyorum.

En sonunda da harika hem de büyük harika teşekkül eder. En büyük sır ortaya çıkar. İdrak ve beyan…

Şuur ve ilham. Hepsi o belli belirsiz ana rahminin duvarlarına yapışmış lan güçsüz, basit, küçük ve değersiz hücreden meydana gelir…

Emir, Rahman(cc) gelir. O yani insan Cenab-ı Mevla’nın en büyük eseri olur birden. İlk beyanlar başlar.

“Allah sizi, siz bir şey bilmezken annelerinizin karınlarından çıkartı. Ve size kulak verdi, göz verdi, gönüller vardi”(Nahl 78)

KONUŞMA MEKANİZMASI ŞAŞIRTICIDIR!

Doğruyu söylemek gerekirse, beş duyu organı, akıl, ruh, irade, nefis, ene, hırs, bellek kayıtları hepsi ayrı bir harika ama şu konuşmanın yeri başka ve bir o kadar da şaşırtıcı!

Nasıl mı? Açalım öyle ise:

“Dil ve dudaklar. Diş ve damamlar. Gırtlak ve ses telleri ve Akciğerler…

Hepsi birlikte ortak bir faaliyet girişerek beyan zincirinin bir aleti olan konuşmayı ve ses çıkarma olayını meydana getirirler. Bu saydıklarımız son derece şaşırtıcı unsurlar olmakla beraber sinirler, kulak ve beyinle ilgili bulunan bu çok girift hadisenin sadece mekanik yönünü temsil eder. Sonra işe akıl karışır ki bir onun adından başka bir şeyini bilmiyoruz.

Evet, konuşur bir insan, ifade edeceği kelimeleri nasıl konuşur hiç merak ettik mi? Şahsen ben mahiyetini ve hakikati kavrayamadım!

Meçhuldür. Her şeyden önce belirli bir hedefi gerçekleştirmek için seçilecek sözün söylenme ihtiyacı duyularak başlar işe insan. Bu duygu nasıl olduğunu bilmediğim bir biçimde zihinden akla veya ruha geçer. Yani duyu mekanizmasının merkezi olan beyine…

Deniliyor ki, beyin sinirler yoluyla dile istenen sözü söyleme emri gönderir. Ama bu söz bile Allah’ın insana bir lütfu ve O’nun öğrettiği şey.

Sonrasında ses gırtlağa gelir, ses telleri ile dil organize bir şekilde dişlerin arasında geçip, dudaklarımızdan kelimeler arda ardına akı verir…

NEDEN İMAN ETMEZLER Kİ?

Bütün bu harika mekanizmayı görüp, araştırıp, öğrenen insanlar özellikle de doktorların bazıları iman etmezler, işte bende buna şaşarım!

Demek ki, gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar, akılları var(güya) akıl etmezler. Oysa insan gibi muhteşem bir varlığın sistemlerini inceleyen bir kişi mutlaka La ilahe illallah, demesi gerekiyor…

Biz konumuza yeniden dönelim, şu konuşma meselesine. “İşte bütün bu mekanizma, bir kelimeyi meydana getirmek için çalışır. Bundan sonra terim var, konu var, düşünce var, geçmiş ve gelecekte olacakları kayıt altına almak gerek ki bunların her biri bir başka alemdir.

İnsan, elbette şu soruya kendi kendine soruyor. “Bütün bu muhteşem hadiselerin meydana geldiği insan boşuna yaratılmış olabilir mi? Rahman’ın en büyük eserim dediği, yeryüzüne halife yaptığı insan acaba başıboş bırakılır mı? Yaptıklarının hesabı bir gün görülmez mi? İyiler ile kötüler birbirinden ayrılmaz mı? Yani bir hesap ve ahiret hayatı olmaz mı?

Elbette vardır ve zerre kadar iyilik ve kötülükler orada mizan terazisinde tartılacaktır. Son olarak deriz ki; “ Ey kibir insan, şeytana hizmet eden akıl, aciz varlık, Rabbine dön ve huzur bul, karıştırıp durma dünyayı…”