Bulut bulut bembeyaz bir rüyadır çocukluk.

Sonraya sadece hatırlananlar kalır.

Kenarı tırtıklı sararmış fotoğraflardır vesikaları!

Ve yakın akraba sohbetlerinde, “Ben çocukken…” diye başlayan bir motif…

Büyüklerle beraber sahura kalkma heyecanı…

Ama bir türlü iftar gelmez. Karnı acıktıkça zaman uzar, geçmez olur. Sonra yarım günlük orucun bir büyüğe satılışı…

Ardından “Bugün yarım oldu ama yarın tam tutacağım…” diyekarar veriş…

Daracık tozlu yollarda hayatın birinci günü bitiverir…

“Ben çocuk değilim, büyüdüm…” havaları eser…

Gençlik pespembe…

Bütün renkler pembenin tonlarıdır…

Bıraktığı iz çocukluğa göre daha çok…

Bir dolu heyecan…

Vatan kurtarma fasılları…

İnsan çocukken gerçeklerden habersiz, gençken gerçeklerin seyircisi…

Ama ne seyircilik!…

Hep yüksek perdeden yorumlar: “Ben olsaydım…” diye başlayan.

Gerçeği yaşayanları küçük görmek ve tenkid…

Gençlik işte…

Dünyayı kurtarmaya kalkışan enerjiden böylesi sapmalar beklenmez mi? Ya oruç?…

Sokaklarda “Oruç muhabbeti” vardır.

“Ben üç senedir tutuyorum…” veya “İlker tutmuyormuş.

Çünkü evde kimse sahura kalkmıyormuş…”

Sonra bir teklif: “Haydi top oynayalım…”

Bu teklife itirazlar: “Oruçluyuz yahu…”, “Zaten susadım.

Bir de oynarsak, dilim bir karış sarkar…”

Ama ilk çocuk ısrarlı: “Aaaa, amma da hanım evladısınız.

Bir oruç tuttunuz, bayılmadığınız kaldı.

Zaten İftara iki saat var.

Oyun oynarız, vakit çabucak geçer…”

Aslında vakit çoktan geçmiştir bu tartışmalarla ve sevinçli bir koşturmaca başlar evlere doğru…

“Anne, ne yemek var?” Ya sonrası…

Sonrası ömrün üçüncü günü…

Gençlikten sonrası yâni…

Olgunluk ve ihtiyarlık diye ayırmaya değmez.

En güzel iki gün, çocukluk ve gençlik geçip gitmiş zaten…

Son fasıl ağır… O, gençken hafife alınan gerçek, gelip tokadını atıveriyor.

Belli belirsiz bir kambur çıkıyor.

Omuzlar hafif çöküyor.

Hani insan, elinde olmadan düşünerek konuşuyor.

Eee, rastgele konuşmaların faturası adam ediyor adamı…

Bir zamanlar şimşekler çakan gözlerde alabildiğine derin ifadeler var.

“Hayat bu, kolay değil…” İnsanın diline takılıveriyor işte.

Her rüzgârın ardından sürüklenen bir yaprakken zaman sizi parselliyor.

Sabah sekiz otuz ve akşam altıda otobüs durağının sakinlerinden oluyorsunuz.

Ramazan size tatlı tebessümler getiriyor, işten erken çıkıyorsunuz çoğu zaman.

Fırına koşturuyorsunuz.

Pide için kuyruğa giriyorsunuz.

Kuyrukta beklerken eve girişinizi hayal ediyorsunuz.

Çocuklar ellerinize bakıyor.

Allah’tan ramazan…

Adamlığın keyfi ve huzuru sarıyor içinizi… Ve ömür geçiyor.

Hafta sonu tatilleri iki ders arasındaki kısa teneffüsler gibi… Yaz tatili mi?

O üçüncü günün sonunda…

Murat BAŞARAN, Sevmek Ölmekle Başlar.

Kalın Sağlıcakla…