“Son yüz yılda yetişen Müslümanlara bakıyorum; Geleneklerinden yoksun, ortak ölçülerden uzak, saygı duydukları değerlerinden koparılmış; kutsalları iğdiş edilmiş, cahil bırakılmış ve en önemlisi, aşağılık kompleksiyle malul duruma düşürülmüş ve bu yüzden belli bir kimlik edinememiş bir tip olarak orta yerde durmaktadır.

Bu insanlar inandıkları dünyadan koparılınca, yabancı bir dünyanın içine düşerek yollarını kaybetmişler, hayallerini yitirmişler, amaçlarını unutmuşlar ve sadece “geçim” derdini düşünen zavallı bir varlık olarak diz üstü çöküp kalmışlardır.

Onları medeniyetlerine bağlayan bütün köprüler yıkılmış, önlerine ise onları ruhlarıyla bütünleştirecek hiçbir köprü konmamıştır. Bu nedenle “gelecek” hep karanlık bir dünya olarak algılanmıştır.

Hepsi hayata yeniden başlayan bir çocuk hükmünde, geçmiş ve gelenek tecrübesinden yoksun kalabalık / yığın halinde dünyaya yayılmışlar; fakat aç bırakılan midelerini doyurabilmekten başka hiçbir iş veya durumla ilgilenememişlerdir.

Hepsinin ruhu titrektir; çünkü ruhlarını sonsuza çıkaracak ışıktan mahrum büyümüşlerdir. Çoğu biyolojik yetim olmanın ötesinde, ruh yetimi olarak hayata tutunmaya çalışmıştır. Vatan için şehit düşmüş, lakin yöneten konumuna hiç yükseltilmemiştir. Yükselenler ya kimliklerini kaybetmişler ya da yükseldikleri yerde ruh rahatlığına erememişlerdir.

Bozulmuş, kaybolmuş, unutulmuş merakları yerine, bulduklarını kutsallaştıran acelecilikleri, derin düşünememeleri onların ahlâk yapılarını da derinden sarsmıştır. Paylaşım, bölüşüm gibi değerler onlara çok yabancılaşmış; çünkü merhamet iklimini teneffüs edememişlerdir. Şimdi orta yerde bir FITRAT bozulmasıyla karşı karşıya kalmışlardır. Bu da ortalığı “insanlık bataklığı” haline getirmiştir. Bu insanlık bataklığını kurutmadan medeniyet kurulabilir mi?

Yaşadıkları zihinsel, ekonomik, kültürel, sosyal kaos, onları bir medeniyete sahip oldukları fikrinden uzaklaştırmış, unutturmuş, adeta “mankurt”laştırmıştır. Bu insanlar realiteye boğularak hayallerinden ve derin inançlarından uzaklaştırılmıştır.

İnsanları anlamak istiyorsanız amaçlarına bakınız, toplumları anlamak istiyorsanız kullandıkları araçlara bakınız; size yeterli bilgiyi verecektir.

İnsanlarda amaç “sahip olma”, toplumda araç “dünya cenneti” olunca, insan, yaratılış gerçeğine yabancılaşır, fıtratı parçalanır ve orta yede İNSAN yok olur!

İnsanın yok olduğu bir dünyada insanlıktan söz etmek nasıl bir durum, bilemiyorum. Oysa bizler bir “ahitle” dünyaya gelmiş ve bu ahde sadık kalarak insanlığımızı koruyacağımıza dair Rabbimize söz vermiştik. Yarın Rabbimizin karşısında yalancı durumuna düşmemek için, her şeye rağmen, insanlığımızı koruyalım. (Kaynak D. Ali TAŞÇI/Haber 7)

Bu yazıyı sevgili dostum, Yıldırım Bediüzzaman’ın şu görüşü ile cevaplandırmış: “Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd(oluşan) eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın  kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen

kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istila ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üçüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş…”

Yani birinci görüştü karamsar bir tablo çizilmiş ki zaman zaman bu tabloları bizde çiziyoruz ama biz eğitimci olarak çözüm önerilerimizi de yazıyoruz. Evet, istikbal İslam’ındır bu nedenle yese düşmeden, ümit ver olarak yolumuza devam edip, iyilikleri yaymak gerekiyor.  Ama bu yanlışları dilendirmeyeceğimiz anlamına da gelmez.

Allah uzun ömür versin Eski Belediye Başkanlarından Ali Sezal’a bir öneri götürdüğüm zaman yanında çözümünü de getir derdi. Şimdi çözüm zamanı.

Kalın sağlıcakla.