Başlayan Malî Sıkıntılar ve Âkıbetimiz

Hemen bir yılın sonunda malî sıkıntılar baş göstermişti. Başlangıçta birkaç reklâm alabilmiştik, giderek düşük ücretli reklâmlar da azaldı; gerisi harçlıklar ve harici desteklerle zor gidiyordu. Abone sayısını artırmak şöyle dursun, aynısını bile koruyamayacağımız anlaşılmıştı. Bir yılı doldurmak üzereyken bir toplantı yaptık; durumu müzakere ettik, sıkıntıları konuştuk, devamı çok fedakârlık gerektiriyordu, maliyetler de durmadan artıyordu. Müzakereler sırasında herkes çıkış yolu göstermekte zorlanıyordu. Kendim de söz alıp taşrada bu işlerin sürekliliğinin zaten zor olduğunu, herkesin “aferin”i ne kadar çok olsa da malî desteğinin az olduğunu, batmadan ve borç-harç içinde mahcup olamadan yayımlayacağımız bir beyanname ile “arımızla-namusumuzla” bir yılın ardından dergiyi kapatmamızın daha doğru olacağını, ama taşra dergiciliğine bu kadarla da olsa güzel bir armağan sunduğumuzu, bunun da bizler için gurur verici olduğunu – mealen – söylediğimi hatırlıyorum.  Başta Bahaeddin ağabey olmak üzere, açıktan kimse bu sözlerimi desteklemedi, zorluklara rağmen devam kararı çıktı.

Bir yılın ardından 1987 Ocak ayının ilk haftasından itibaren, Bahaeddin beyin yazdığı mektuplar aracılığıyla, tam on adet Banka Genel Müdürlüğünden reklâm/ilan istedik, birisi hariç, cevap bile vermediler. Cevap veren İş Bankası ise “yanıtında”, “üzüntülerini” iletmekle yetiniyordu. Bahaeddin ağabey onun “yanıtlı” cevabına “binitli” bir karşılık yazdı. (Tam da böyle: “İlgi: 8 Ocak 1987 tarih ve 00126 sayılı yanıt yazınıza binit olarak” diyordu.) Öfkesinden bir küfretmediği kalıyordu nerdeyse. “Neden”ini şöyle sorguluyordu adı geçen bankadan: “1. Mason olmadığımız için mi? 2. Dilde, düşüncede, sanatta ve eylemde yozlaşmaya ve anarşiye çanak tutmadığımız için mi? 3. Pornografik yayın yapmadığımız için mi? (…) Aydınlatıcı ‘yanıtlarınızı’ rica ediyoruz.” Banka yöneticileri tabir caizse “zılgıtı yemişlerdi” ki, bu defa cevapları, “yanıtsız” oldu, yani bu kelimeyi kullanmadılar:  “26 Ocak 1987 tarihli yazınızla ilgilidir” diye başlıyor, hayli“ilke”li mazeret sıralamakla beraber, bizim için en çarpıcı yanı,  “yerel” yayınlara reklâm veremediklerini nazikçe ifade ediyorlardı.  Benzer bir talebimize bir nazik cevap da Kültür ve Turizm Bakanlığından gelmez mi? Bahaeedin ağabeyin oraya kızgınlığı daha beter oldu, ama hiç de “haksız sayılmazdı”. Çünkü anlattığına göre, Bakanlığı ziyaretinde oradaki “dostları” Dolunay’a muhakkak bir miktar abone olacakları vaadiyle dilekçesini kendi elleriyle yazmışlardı. Ne var ki, hem de geciktirerek, “…. Kurulunda görüşülmüş ve abone olunmasına imkân bulunamamıştır” diye cevapladılar. Bir “zılgıt” da onlara çekti tabii. “Suçumuzu ve eksiğimizi bilmek istiyorum” diyor ve sıralıyordu:

1. Maddesi: “İşini bilir ve iş bitir çevrelerden olmadığımız için mi?” ( O günleri yaşayanlar, “işini bilir” ve “iş bitirir” sözleriyle nelerin kastedildiğini çok iyi anlarlar. Rahmetli Özal’a atfen “benim memurum işini bilir” ifadesi yaygın söylemdi.)

5. maddesi: “Dalkavukluğu beceremediğimiz için mi?” v.s. vs. (Yılın birleştirilmiş son sayısında yayımlandı: B. Karakoç, “Dolunay’ın Önündeki Kara Bulutlar”, S. 22-23-24, s. 6-9)

İkinci yılın ortasında ben Erzurum’a gittim, oradaki ağır mesaim dolayısıyla çok yazı da gönderemedim. Böylece her sayının gelişinde şafak vakti koşturmak ve aboneleri yazmak, postaya yetiştirmek, şehir içinde esnafa uzanmak, işin hamallığını maddi-manevî üstlenmekten de uzaklaşmıştık. Bütün bu işlerin hamallık ağırlığı Ali Yurtgezen’de, malî külfeti de çokça – esnaflık da yapan -   Fazıl Tiyekli’nin üzerinde kalmıştı. Buna rağmen ilgimiz devam etti, güzel insan Prof. Zahit Aksu’yla 1988’de “Osmanlı Hukuk Sistemi” üzerine yaptığım uzun mülâkatı herkes çok beğenmişti (Dolunay, S.31); ama röportajlarda/mülâkatlarda - benimki dâhil - diğer bütün bant çözümlemelerini Ali Yurtgezen kardeşim yapıyordu. Ben gitmeden dergiyi Boğazkesen’de bir Han’a taşımıştık Oraya taşınmamızda aklımda kalan, ayni mekânda fotoğraf stüdyosu bulunan Mehmet Gülebenzer’in teşviki ve ondan destek umudu rol oynamıştı, gibi. Gitmeden önce - galiba Temmuz başında – yeni yerimizde bir ayran şöleni yaptık, bütün hamallığı neredeyse benim üzerimden geçti (güya bu şölen ile milleti toplayıp derginin gidişatını anlatacak ve ikinci altı ay için abone sağlayacaktık, ben ayrılınca ne kadar sonuç alındığını, doğrusu takip edemedim, Ama Bahaedin ağabeyin, o yılı da nice sıkıntılarla kapattığını sonradan öğrendim. (En başta, 1987 seçimlerinin de etkisiyle kâğıt sıkıntısı ve zamları zirveye çıkmıştı.) Bahaeddin ağabey direnmeye devam etti. Daha ucuz, daha kalitesiz basımlar; onların da etkisiyle baş gösteren yazı muhtevaları ve kadroda erozyonlar… Nihayet, birleştirilerek çıkan sayılarla birlikte 3. Yılın sonunda kapandı. 35-36 Kasım-Aralık 1988 birleşik sayının başyazısı: “Bir Akıncının Ufukları Döven Son Türküsü.” Bahaeddin beyin “gönül dostlarına teşekkürleri”yle birçok eski dostuna zehir-zemberek sitem, kırgınlık, hatta kızgınlıklarını ifade ettiği burada yazdıklarına göre, Derginin vergi dâhil hayli borcu da kendisine kalmıştır. (Bunları bana sonra dilden de anlattı.) Benim dediğimi makul görseler de 12. Sayıda kalitesi ve kalibresi bozulmadan kapatılsa daha mı iyi olurdu? Teknik bakımdan şüphesiz öyle olurdu. Ama o yolla bile birçok yeni şair-yazarın yetişmesine biraz daha hizmet edildiyse eğer, “perişanlığa değdi” denilebilir. Ne var ki, perişan olan biz değildik!... Bunu “olan”a, onu yaşayana sormak lâzım. Belki de edebiyatta ve sanatta “iyi” ve “güzel” şeyler yapmanın “fıtratında” vardı böylesi işler. –Devam edecek-