Yayın Kurulumuz, Olgun Kişilikler, Genç Yazarlar

Önceki bölümde bir “Yayın Kurulu” teşkil ettiğimizi söylemiştik. İkinci sayımızın hazırlığında da yine Yayın Kurulunu topladık. Hikâyeler arasında bundan yirmi iki yıl önce vakitsiz kaybettiğimiz değerli dostumuz ve hikâyecimiz rahmetli Şevket Bulut’unki de vardı. Fakat kurgusu bazılarımızın (şahsen benim de) bazı eleştirilerimize maruz kaldı. Hikâyenin ekseninde, bir Sağlık Ocağında bir doktor, tabir caizse düpedüz iffet testine tâbi tutuluyordu. Türk Halkı böyle bir şeye asla tevessül etmez diye yayımlanmasına karşı çıktık, yeni bir hikâye göndersin, seve seve yayımlayalım dedik. Ama rahmetli bizlere kırıldı galiba, ne o sayıya yeni bir hikâye gönderdi ne de ötekilere… Benim fiilen bulunduğum bir buçuk yıl içersinde Dolunay yazıhanesine adımını da atmadı sanıyorum. Bir talihsizlik, Maraş’ta yaşayıp da hikâyeleri dışarıdaki dergilerde art arda yayımlanan Şevket Bulut’u, Dolunay yazarlığından mahrum etmişti (şahsen hâlâ üzülürüm).

Derginin ilgi çeken yayını, ikinci yılda da zenginleşen yazarlar-şairlerle kadrosuyla devam etti. İlk yıldan itibaren, şimdi ağabeylerinden önce rahmetliler kervanına katılan Karakoç kardeşler (Abdurrahim ve Ertuğrul beyler), geçtiğimiz kasım ayında talebelerinin 75. Yaşı için Elbistan’da  “Saygı Gecesi” düzenledikleri arkadaşımız Ali Akbaş ile Sevgili Bayaram Bilge Tokel ve vakitsiz kaybettiklerimizden Şükrü Karaca güzel şiirleriyle dikkat çektiler. Fethi Gemuhluoğlu’nun ilginç mektuplarını da burada yayımladı Bahaeddin bey (ilki 1964 tarihli ve “Biz ezelden kardeşiz” diye başlıyordu.) Bazı genç arkadaşlarımız sanırım ilk “tahmis”lerini burada denediler. (Arif Bilgin arkadaşımızın, 13. sayıdaki Bahaeddin ağabeye ait “Kabul Et Beni” başlıklı şiirini tahmisi nefistir.) Londra’dan Yusuf Mardin, Amerika’dan Talat S. Halman, yazı ve şiirler gönderiyorlardı. Yurdun dört bucağından genç yazarlar tomar tomar yazı-şiir-hikâye denemelerini iletiyordu. Nazan Bekiroğlu’nun önce şiirleri, sonra ilk hikâyeleri bizim dergide çıktı (sonra öğrenecektim ki, Erzurum’dan Hocası olan Prof. Orhan Okay ağabey, onu Dolunay’a yönlendirmiş). Hikâyeleri Mustafa Kutlu’nun dikkatini çektiği için, İstanbul’dan Bahaeddin ağabey’e mektup yazıp onun kim olduğunu sormuştu. (Ezel Erverdi bey de Bahaeddin ağabeye mektup yazıp ilk kutlayanlar arasındaydı.) Şimdi meşhur olan başka şair ve hikâyecilerin de sanırım ilk dergileri Dolunay olmuştu. Şimdi galiba daha çok hikâyeleriyle tanınan Fatma Şengil’i, şiirlerinden hatırlıyorum. İlk imzası Doğuş Edebiyat’ta görülen Halime Toros ise bizdeki hikâyeleriyle dikkat çekiyordu. Ayrıca özellikle Azerbayacan’dan hayli şair ve yazar edebî ürünler gönderiyorlardı. Memmed Aslan, Abbas Abdulla, Memmed İsmail, ilk akla gelenlerdi. Prof. Faruk Sümer ile o zaman Doçent olan Refet Yinaç’ın ilgiyle okunan tarih üzerine röportajlarını yayımladık. İkinci yılımızda ünlü İtalyan Türkolog Prof. Anna Masala’nın “Hangi Yunus? Bizim Yunus” başlıklı harika tebliği, Dolunay’a kadar nerden ulaşmıştı? (Dolunay, S. 18, Haziran 1987.) Sonra kimi meşhur profesör, değerli bilim adamları olacak çok arkadaşın sanırım ilk yayın dergilerinden birisi Dolunay’dı. Mustafa İsen, Feyzullah Eroğlu, Recep Kök, Sadettin Yıldız, Mustafa Tatçı, A. Fuat Bilkan, Hüseyin Tuncer bunlar arasında sayılabilirler. Hüseyin Özbay’ın ilk güzel denemeleri bu dergide çıktı ve bu değerli arkadaşımız giderek usta bir denemeci oldu. Kayserili şair ve yazarlar, Muhsin İlyas ile arkadaşları da Dolunay’a gönderiyorlardı. İsimleri saymaya devam edersek, hâliyle sayfalar yetmez, en iyisi bu örneklerle kapatalım. Şunu ekleyelim: Bahaeedin ağabey, bendeniz ve diğer bazı arkadaşlar müstear isimle de yazılar yazıyorduk (benimki, “M. Abdullah Turhan” idi. Abdullah’ı babamdan, Turhan’ı küçük oğlumdan almıştım. Bahaeddin ağabeyin, “Yaylalı” sının kaynağı, şüphesiz Salavan dağının etekleriydi, ama “Said”i nerden aldığını sormak aklımıza gelmedi.)

Güzel başlamış, hep ciddi-ciddi, yazı kurullarıyla filân devam edeceğimizi düşünüyorduk. Ama üç veya dördüncü sayıdan sonra Bahaeddin ağabey yayın Kurulu’nu toplamaya gerek görmedi, kendi eğirip kendi dokuyordu. Kimse de ona niye toplanmıyoruz diye sormazdı, daha doğrusu soramazdı. Çünkü haşin bir tarafı vardı rahmetlinin (toprağına ağır varmasın, yakın dostları hep bilir); bazen kırıcı sözlerinden alınıp uzaklaşanlar olurdu; bazen bardağın taştığı noktada bizim gibilerin karşı cevap verdikleri de…. Şu var ki, çoğu zaman, sanırım nefis muhasebesi ağır basar, kırdıklarının gecikmeden gönlünü alamaya çalışırdı. (Sadece bir keresinde, ilâve faktörlerin de araya girmesiyle, ben Erzurum’a gittikten sonraki yıllarda yaklaşık bir yıl gibi küs kaldığımızı, sonra rahmetli eşi Hatice ablanın – bir taziyeyi bahane edip - aramızı bulmasıyla barıştığımızı hatırlıyorum. Şükür ki, vefatından birkaç ay önce helâlleştik. Benimki varsa bir daha, bin defa helâl olsun!) –Devam edecek-