Merhaba değerli dostlar.

Bu haftaki sohbetimizde bundan önceki dört haftada sizlerle paylaştığım görüşlerimin bir özetini yapmak istiyorum. Bu özetten sonra konuya kaldığı yerden devam ederiz.

İlk hafta konuya şöyle bir giriş yapmıştık:

“Lakin bir şeyi hiç düşünmüyorlar. Zulüm ilânihaye devam edemez. İşte bu nedenle emperyalistlerin bu zulüm düzenine son vermenin yegâne yeri Anadolu, yegane yolu da bundan yüz yıl önce kesilen, lakin hala kökleri bu topraklarda olan DİRİLİŞ çınarına yeniden can suyu vermek, yüz yıldır toprak altında bekleyen o köklerden zalime korku, mazluma umut olacak yeni bir nizamın, yeni bir dünya düzenin kurulması için el ele, gönül gönüle harekete geçmek gerekmektedir.”

“Dünyayı sömüren zalimlerin en önemli oyuncağı demokrasidir. Halkın kendi iradesi ile kendini yönetmesi olarak lanse edilen bu sistem aslında zalimlerin sihirli değneğidir.”

“Adalet temelli yeni bir devlet nizamı kurmak çok zor olmakla birlikte daha önce görüldüğü gibi imkânsız değildir.”

İkinci hafta ise Cumhuriyet dönemi siyasi figürlerini kısaca irdelemiştik.

Şöyle ki:

“Yüz yıla yaklaşan yeni devletimizin siyasi figürlerine göz attığımızda iki farklı bakış açısına sahip lider tipiyle karşılaşıyoruz.

Birinci grupta Atatürk, Erbakan ve Türkeş’i görüyoruz. İdeolojik yaklaşım temelli, birazda pragmatist.

Diğer grupta ise tamamen pragmatist liderler var. Menderes, Demirel, Özal ve son olarak ta Erdoğan.”

Atatürk, Erbakan ve Türkeş kıyaslamasını ise şöyle vurgulamıştık.

Gelelim Erbakan ve Türkeş’e. Erbakan’ın Milli Görüşü, Türkeş’in Ülkücü Hareketi arkasında devlet desteği olmadan, aksine her türlü engellemelere karşı 70 li yıllardan 2000 li yılların başına kadar geçen sürede önemli mesafeler aldı.

Ancak hiçbir zaman Atatürkçülük gibi yaşam biçimi haline gelemediler. Atatürkçülük Atatürk’ün ölümünden sonra da ideolojik olarak toplumsal yaşamda ki güçlü konumunu sürdürürken, Erbakan ve Türkeş’in vefatları sonucu ortaya koydukları ideolojik yaklaşım iktidar olmanın getirdiği menfaat ilişkileri sonucu zaafa uğradı”.

Üçüncü hafta ise şu konu önemle vurgulanmıştı:

“Yeni devlet her alanda dizayn edilirken, iki önemli karar alınmıştı. Saltanatın ilgası ve halifeliğin kaldırılması. Saltanatın ilgası yeni devleti kuranlara, Halifeliğin kaldırılması ise yeni devlet nizamını tesis eden batıya aitti. Batı için saltanatın şu veya bu şekilde sürmesi çok önemli değildi. Onlar için önemli olan Halifelikti ve kalkmalıydı.

İşte Menderesi o bilinen sona götüren de bu farkın farkında olmaması oldu. Kalabalıkların karşısında “Siz isterseniz halifeliği de getirirsiniz” sözü halifeliği getiremedi ancak Menderesin sonunu getirmişti.”

Geçen hafta ise şu noktalara dikkat çekmeye çalışmıştık:

Ülkemizin önemli sosyologlarından Prof.Dr. Sencer Ayata’nın bu konuya katkı sunacak görüşlerini sizlerle paylaşmıştık.

“Neo-liberalizm yorgun, yıprandı, zayıfladı. Ama yerine ne konacak? Ne kadar kamu ne kadar piyasa? Kültürel kimlik politikaları? Ne kadar farklılık ne kadar ortak özellikler? Ne kadar mavi yakalı işçi sınıfı ne kadar yeni toplumsal güçler? Sorun sömürü, otoriter baskı ve ayrımcılığa birlikte karşı çıkarak yoksulları, otoriter baskı altında ezilenleri ve kimlikleri ötekileştirilenleri birleştiren bir siyaset oluşturmak. Bir büyük senteze ihtiyaç var…”

Son cümle çok önemli. “Bir büyük senteze ihtiyaçtan var” diyor ünlü sosyolog.

İnsanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan mazlumların ortak aklı ile karanlığı delip ışığa ulaşmak için cesaretli temiz akıl sahiplerinin artık bu işe el koyması gerekiyor.

Haftaya buradan devam etmek üzere sağlıcakla kalın.