ABDAL HALİL AĞA, Maraş’ın Kurtuluşu’nun (1920)  kahramanlarından biri.

“Bu bir din bahsidir.” deyip, Fransız kuvvetlerinin şehre gelişlerinde karşılama davulunu çalmayan, şehrin hakimi Ermeni Hırlakyan’ın, davul çalması karşılığı gönderdiği altın keselerini gelenlerin suratına fırlatan Abdal Halil Ağa.

            Her birey; ruh yapısı, fiziği, kültürü ve gen yapısıyla mensup olduğu milletin bir parçasıdır.

            Allah insanları milletler halinde yaratmış. Her millete bir kimlik, şahsiyet, dil, ruh vermiş.

            Abdal Halil Ağa da bir millete, bir kültüre, bir inanca mensuptur. Yani o bir Horasan Türk’üdür.

Abdal Halil Ağa’nın ruh halini, milletine mensubiyetiyle ve yüzyılların beslediği, büyük inanç ve kültür havzamızla değerlendirmek gerek.

            Abdal Halil Ağa’nın, gücün karşısında eğilmemesini asla folklorik bir malzeme olarak değerlendirmemeliyiz. Bu duruş, bu milletin ruh halinin ve taşıdığı değerlerin bir tezahürüdür.

            Abdal Halil Ağa; etrafı sarılmış, yaşamak için hayat mücadelesi veren, hürriyeti olmayan, işgale uğramış bir toplumun ferdi. Ruhunu, bedenini etkileyen tüm olumsuzluklara rağmen, yaşama azmini yitirmeyen, cesaretini kaybetmeyen, direngen, iç dünyasında güçlü, “dünya” kaygısı olmayan bir kişilik.

            Açlığa, yokluğa razı; ama esarete, onursuzluğa asla.

            Kendisiyle ve toplumuyla barışık. İsyankâr, yalaka, korkak değil. Dosdoğru. “Güç”e tabi olmayan, teslim olmayan bir hâl.

            O, o yoklukta altını elinin tersiyle iten, ekonomik, sosyal güce teslim olmayan bir ruh. Anadolu’nun ruhu. İnsanlığa söyleyecek sözü olan bir ruh.

            Gücün, otoritenin sahibi Hırlakyan’ın gönderdiği insanlara yönünü dönmeyecek kadar onurlu ve cesaretli. Kırmızı çizgisi söz konusu olunca karşısında güç tanımaz. Ya ölür, ya öldürür. Onun, öfkesini yüzünde ve sözünde toplaması, ayağa kalkınca dağ gibi oluşu, kükreyişi, azametli duruşu, bakışı hep asaletinin eseri.

            Kendisine uzatılan altınları, komşusunun soğanının kapçığı kadar değersizleştiren, soğanın kabuğu ve rengi ile altını benzerleştirecek kadar zeki, irfan sahibi, söz ustası.

            İhtiyacı olduğu halde, altını reddeden, dik duran, ahlâk ve cesaret abidesi.

            Atalarından aldığı en kıymetli mirası olan irfanı, kültürü sağlıklı düşünmek için ona yetiyor.

            Düşmanın gücü ve silahı onu hiç düşündürmüyor. O, “inanmanın gücü”ne inanıyor. Özgüveninin kaynağı bu. Milletinin değerlerini, söyleminde ve eyleminde üzerinde taşıyor.

            İçinde bulunduğu o yoklukta, kese kese altına “Hayır!” diyebilmek, yüce bir ruh havzasını gerektirir

            Mümtaz Turhan’ın ifadesiyle, “Fatih döneminde bir hamal, yükünü taşıdığı gayri müslümün kendi önünde gitmesine müsaade etmezmiş.” Bu bir hamal, Abdal Halil Ağa da bir davulcu.

            Bunlar halktan ve yalın insanlar. Ama Hak’tan referanslılar. Hak’tan beslenenler, dünyaya, güce tek başına meydan okur.

Çünkü Onlar için ölümden öte yol vardır.

            Çözülmeye bakın ki 1908 yıllarındaki aydın ise İngiliz sefirini Bab-ı Ali’ye götüren faytonun atlarını çıkarıp kendisi at olabiliyor. Biri milletinin kültür havzasından, diğeri Batı kültürünün havzasından beslenmiş.(Serveti Fûnun Dergisi’nin sahibi Ahmet İhsan’ın Hatıraları, sayfa: 246)

            Bizde, tarih boyu çözülmüşlük; yaşama, güven, irade kaybı hep aydında, yöneticide olmuştur.

            Halk, çoğu kere yöneticiye, aydına rağmen, düşmana, yok oluşa direnmiş; toprağını, kültürünü ve haysiyetini korumuştur. Maraş’ta verilen istiklâl ve istikbâl mücadelesi bunun bir seçkin örneğidir.

            Aydını ve yöneticisi çözülen bu aziz millet, iş kendisine düşünce görevini hakkıyla yapmıştır.

            Abdal Halil Ağa’nın yaşadığı şartlarda yaşayan birinden beklenen teslimiyettir. Ama O, teslim olmamış “onur”u tercih etmiş; Allah’ın “has kulları”ndan olmuştur.

            Bu bir hayat felsefesidir. Çünkü, ona göre hayat, dünyadan ibaret değildir. Onun inandığı değerler, onu başka bir vatanda (ahiret) yüceltecek, ödüllendirecektir.

            Abdal Halil Ağa işkenceye, sıkıntıya, yokluğa razı; ama zillete razı değil. Onun onuru, izzeti her şeyden öte.

Kim ki Hırlakyan, Fransız ordusu, top, tüfek…

            Etin ve kemiğin içinde, onun çelik gibi bir duruşu var.

            İşte bu direnç sizi onurlu kılar. O onur, o duruş ki düşmanın iradesini çözer. Adeta sizi öldürmeye gelen sizde dirilir.

            Bilâli Habeşi’nin, işkenceye direnişi ve işkence edenin bu direnç karşısında Müslüman olması gibi.

            “İnanmanın gücü” asıl ve asil güçtür. Çanaklale’de iki yüz yetmiş beş kiloluk mermiyi kaldıran Seyit Onbaşı, Çanakkale’de mermi yağmuruna cesediyle direnen Mehmetçik gibi.

            Maraş’ın mahalle meydanlarını dolaşıp, halka efelenen Fransız generalin ikazına rağmen ayağa kalkmayan Aşıklıoğlu Hüseyin gibi.

            Bu onur, bu duruş benim mirasımdır.

            Şeyh Şamil’ce kartal bakışlı, dünyayı avuçlayan bir yürek, cesaret, merhamet, teslimiyet âbidesi, “Allah bana yeter.” diyen Abdal Halil Ağa.

            Öyle ya Allah’la berabersen diğer güçler ne ola ki?

Cesaret, beşer kuvveti karşısında ruhun miracıdır.