Gönül ehli olan insanlar tasavvufu tanımlarken, gayenin ilim olduğunu belirterek derler ki: “Tasavvuf, nefsânî arzuları asgarîye indirerek rûhu inkişâf ettirme ve hikmette derinleşme gayretidir…”

Yazar Abdurrahman Aydın da ilim ve Lâtife-i Rabbaniye konusunu işlerken, ilim yapmanın maksadı ile ilgili olarak: “İlim inkâr etmek değil, izah etmektir!”

Anladığım kadarı ile bu tanımlamada felsefecileri iğnelemek için yapılmış. Yoksa ilgin çok da geniş izahını yapabiliriz.

Tabi ki “Varlığı maddeye irca(eski biçime sokan) eden ve ruhu inkâr eden bir anlayışa karşı, ruhun fonksiyonları bilmek gerekiyor.  Yoksa felsefeciler aklı kutsallaştırır, manevi latifeleri hesaba katmadan yorum yaparlar…

Biz deriz ki, insan kainatın küçük bir çekirdeği hükmündedir ve kainatta sadece fizik aleminden ibaret değildir. Mesela kalbi diri tutan aşktır. Ruhun diri kalmasına sebep olan ise Üstat Bediüzzaman’ın ifadesi ise namazdır. Namazı tanımlarken mübarek insan öyle bir yere koyuyor ki, hayretler içinde kalıyorsunuz. NAMAZ RUHU ÖLÜMSÜZLEŞTİRİR diyor. (Hakiki namazdan bahsediyor)

RUHİ VE FİZİKİ DUYU ORGANLARI VARDIR

İnsan biliyorsunuz Ahsen-i Takvim üzerine yaratılmıştır ve gördüğüm kadarı ile de henüz bütün yönleri ile keşfedilmemiştir.

Bediüzzaman insanın lâtîfelerini sayarken maddi ve manevi olmak üzere iki bölüme ayırır. Fizik alemi ile ilgili olarak; “havass-ı hamse-i zâhire(beş duyu organı) denilen beş duyumuz vardır, fizik âlem üzerinden marifetullaha götürme konusunda bize ne kadar lâzım ise aynen öyle de, fizik ötesi âlemler için havass-ı hamse-i bâtına denilen ve ruhun duyuları diyebileceğimiz lâtîfeleri diyeceğimiz manevi organlardan söz eder. Onlarla ilgili de: “Bu lâtîfelerin belli başlıları kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ şeklinde isimlendirilmişse de aslında insanda çok sayıda letâif vardır…” der.  

O’nun tanımlaması ile bu saydığımız manevi organların tamamı ruhun emrindedir. Ve bu lâtîfelerden ruhanî bir cevher olan “Lâtîfe-i Rabbaniye, kalp denilen avâlim-i gayba (görünmeyen dünyalar) karşı olan pencerede kurulmuştur ”diye söyler.

AKIL-SIR ERMEZMİŞ

Aklın idrak sınırları dışında bulunan nice sırlar, hikmetle çözülür. Peki şöyle arkanıza bir yaslanıp, geçmişte daraldığınız günleri hatırlayın. Size uzanan eller ve yardımlar acaba nereden geldi? Bir düşünün! Bu yönüyle hikmet, akla aczini de kavratır. Çünkü görebilen kimse için hikmet, perde ardındaki hakîkatlerden haber verir. Hikmet olmadan, nice sırlar gözlerden ve gönüllerden saklı kalır. Kâinat ancak hikmet nazarıyla temâşâ edilebilirse, gerçek güzelliğini ve hakîkatini gözler önüne serer.

Topbaş hoca der ki: “Bütün varlıklarıyla kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın sıfat tecellîleriyle meydana geldiğinden, sonsuz bir sırlar hazinesidir. Bu sırlar, kalbî arınma ve olgunlaşma nisbetinde idrakte tecellî eder. Bedenin gelişmesi ve hayâtiyetini devam ettirmesi için nasıl maddî gıdaya ihtiyacı varsa, ruh da mânevî gıdaya muhtaçtır. Çünkü ilâhî sırlar, bu gıdalanmanın derecesine göre kalplerde zuhûr eder. Hikmetle yoğrulan kalpler, zerreden küreye her zaman ve mekânda ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini görerek mârifetullâha; ilâhî nîmet ve lutufları görerek de muhabbetullâh’a doğru yol alır.

Sözün özü, gönlü hikmetle yoğrulmadığı için irfâna ulaşamayan bir insan, ilim ve dünya mevkîlerinde ne kadar yüksek bir mertebede olursa olsun, yine de eksiktir. Zîrâ ilmin asıl kıymeti, kişiye sağladığı kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür. Rabb’imiz, cümlemizi, ilmini irfân hâline getirip mârifetullâhın sırlarından nasîb alan kullarından eylesin. (Kaynak: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları)

Aslında son sözü hocamız söyledi ama acizane birkaç kelam daha yazayım sonra bitireyim bu konuyu. Arif olmayan kişinin kalp gözü kapalı olur, Arif olmak içinde Kur’an ehli olup, nefsinle mücadele gerekiyor. Nefsin körelip, küçüldükçe, ruhun yücelir. Ruh yüceldikçe de insan kibrini bırakır ve acizliğini ifade eder. İşte o zaman manevi ikramdan gelmeye başlar. Rabbim nefsimiz ile mücedele de bizleri yalnız bırakmasın, kalın sağlıcakla.