Okuyucularım Araf’ta olmanın anlamına bilecek kadar arif insanlardır. Ama kısa bir hatırlatma da yapmak isterim. Cennet veya cehennem arasına bizler Arafat Meydanı olarak biliriz, ancak bazı tanımlamalarda Araf’ta olmak; gerçeğin ve yalanın, sevginin ve nefretin, mutluluğun ve acının, varın ve yokun, için-dışın, girişlerin ve çıkışların orta yeri olarak kullanıldığı da yazılıyor, bilinsin istedim.

Bundan elli yol önce mahalle bekçilerinden bile korkardık bizler, bir düdük sesi evimize kaçmamıza neden olur, dizlerimiz titrerdi. Devlet, baskısından mıdır, babalarımızın anlattıklarından mı, bilmiyorum ama çok korkardık işte!

Öğretmenlerimiz de öyle hepsi işini çok ciddi tutardı, neredeyse hepsinin kalın bir sopası vardı, bizim yaştakiler sıra dayağını iyi bilirler. Hatta bırakın okulda, sokakta, mahallede, sinema önlerinde onları gördüğümüzde hemen saklanırdık korkumuzdan! Şimdi ise hiç korkmuyoruz. Yani, Millet olarak bir türlü orta yolu bulamadık.

YANLIŞ KILAVUZ MU EDİNDİK YOKSA?

Cemil Meriç bir yazısında diyor ki: “Tanımıyoruz kendimizi, tanımak da istemiyoruz. Oysa yaşamak istiyorsak dünyadaki yerimizi bilmek gerekiyor.

Araftayız, irfanımızı maziye bağlayan köprüleri berhave ettik. Bu fetret döneminde kılavuzumuz ister istemez Avrupa oldu…” diyor.

Bu tespitten yola çıkarak, konuya açayım istedim. Her milletin değerleri ile paralel olan yaşam ölçüleri, örf ve adetleri, gelenekleri vardır ve bu geleneklere bağlı olarak kendine yön verir.

Son üç yüz yıldır, özellikle Tanzimat Fermanından bu yana, bir ayağımız İslam’a giderken, diğer ayağımız batıya gidiyor. Böyle olunca da Araf’ta kalıyoruz. Mehter marşı gibi, iki ileri bir geri gidiyoruz. Oysa yüce Kur’an ve Efendimiz(sav) bizlere o kadar güzel ölçüler koymuş ki, kime nasıl davranacağımız en ince ayrıntılarına kadar anlatılmış. Yani batılılar gibi olamıyoruz ama kendimiz gibi de olamadık, Araf’ta kalıyoruz kimi zamanlar. Çünkü, kendimizi, kültürümüzü, değerlerimi tanımıyoruz, yani nefsimizle de yüzleşememişiz. Her gün bizim sırtımıza defalarca yere vuruyor, ona hesap soramıyoruz. Toplum olarak bilgi edinmekten öte geçip irfan sahibi olmak gibi bir hedefimizde yok. Çünkü maziyle aramızdaki köprüleri berhava etmişiz, Araf’ta kalmışız…

MODEL OLAMADIK

Bizler Kur’an ile aramıza duvar ördük, okuyup, öğrenemedik, daha ötesi öğrenenler de Kur’an-i bir hayat yaşayamadılar. Bu konuda çok az örneğimiz var. Bir Mevlâna arıyoruz galiba, çağımıza ışık tutacak…

Bakınız hafta içinde bir Kur’an Kursuna gittim, hafızlığın önemi üzerine hocamızla bir değerlendirme yaptık. Hafızların yaşayan Kur’an olmaları gerektiğini kendimce anlattım. Onun penceresinden çekilen sıkıntıları burada anlatmakta imtina ettiğim için de yazamadım. Sorun büyük…

Bir başka örnek, bir hacı arkadaşım, sosyal medya da gençlere deizm ile ilgili öğütler vermiş, gençlerden birisi çok ağır bir cevap yazmış, kısaca diyor ki: “Müslüman geçinenler, bize model olamadılar!”

Evet, gençliğe model olamadık. Onları ihmal ettik, özellikle eğitim sistemimiz bu yaraya parmak basamadı. Dünyadaki hızlı gelişmelerden doğan yaralara merhem yapamadık…

NELER YAŞADIK, NELER

Ama gençler bizi anlamalı. Tek parti döneminin ağır baskıları, sonrası Türkiye’den yaşanan sıkıntıları bilmeyen yok. Ve o gençlere diyorum ki, “Gençler, size örnek olacak o nesil ağır baskı altında öğretim gördü. Kur’anı doğru dürüst öğrenecek bir hocamız yoktu. Mahallemizde 80 yaşında bir yaşlı nineye kaçak cüz öğrenmeye giderdik, onun da elinde kocamın bir değnek, korkumuzdan yanına yaklaşamazdık. Zor zamanlarda onlar. Şahsen kendim 39 yaşında Kur’anı öğrenebildim, sadece okumayı, anlamını da meal ve tefsirlerden okudum. Yani bizler de çok iyi şartlarda yetiştirilmedik.

Ama bugün sizlerin Kur’an öğrenmemek için hiçbir nedeniniz yok. İşte Diyanet İşleri Başkanlığı yeni bir proje ile herkese Kur’an öğretmek için güzel bir çalışmaya imza attı. Araf’ta kalmayın...

Kalın sağlıcakla.